Önizleme

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Halil Cibran

Halil Cibran Bir gün, güzellik ve çirkinlik bir deniz kıyısında karşılaştılar ve dediler, ´haydi denize girelim.´ Giysilerini çıkartıp suda yüzdüler. Bir süre sonra, çirkinlik kıyıya dönüp, güzelliğin giysilerine büründü ve yoluna gitti. Güzellik de denizden çıktı, kendi giysilerini bulamadı; ama çıplak olmak utandırıyordu onu, çaresiz çirkinliğin... giysilerine büründü ve yoluna devam etti güzellik. O gün bugündür, erkekler ve kadınlar onları birbirine karıştırır. Ancak içlerinden güzelliğin yüzünü önceden görmüş kimileri vardır ki, giysilerine bakmaksızın tanırlar onu. Ve yine çirkinliğin yüzünü bilen kimileri vardır ki, gözlerinden tanırlar çirkinliği.

tosloy

Tolstoy İnsanlar çok değişti; dikkat etmek lazım. Biriyle el sıkıştıktan sonra, beşide yerinde mi diye parmaklarını saymak zorundasın.

vasiyet

Kanuni Sultan Süleyman Ben ölünce bir elimi tabutumun dışına atın. İnsanlar görsünler ki, padişah olan Kanuni bile bu dünyadan eli boş gitmiştir.

muhalif karikatürler_ leman son sayı kapak



AYNI ELDEN ÇIKAN MANŞETLER....Emin Çölaşan

8Temmuz 2011
YENİ Bakanlar Kurulu açıklandıktan sonra dün çok sayıda gazete, kelimesi kelimesine aynı manşeti atmıştı:
“Ustalık Kabinesi”
İktidarın koşulsuz destekçisi olan Bugün, Zaman, Akit, Star ve Yeni Şafak gazetelerinde bu ifade aynen manşette yer alıyordu.
Hiçbir olayda beş gazete birden aynı manşeti atamaz. Bir gazeteci olarak söylüyorum, böylesine bir rastlantı (!) hayatta olamaz. Buna yine iktidar gazetesi Sabah‘ın manşetini ekleyin:
“Usta’nın Takımı”
Burada iddialı olarak söylüyorum. Bu iktidar gazetelerinin manşetleri belli zamanlarda “Birileri” tarafından belirleniyor. Bu “Birilerinin” kim olduğunu bilemiyoruz, o nedenle isimlendirme yapamıyoruz.
Ama hep aynı şey oluyor.
Bir bakıyorsunuz, özellikle iktidar karşıtlarının isimlerinin karıştığı Balyoz, Ergenekon gibi davalarda piyasaya sürülmek istenen bilgiler, aynı ifadelerle bunların manşetlerinde yer alıyor.
Belli bir yerden iktidar destekçisi gazetelere haber salınıyor:
Yarın şu manşeti atın… Şöyle deyin!”
Manşetler aynen atılıyor.
Bunların bazı köşe yazarlarına, özellikle hükümet karşıtlarıyla ilgili ve en gizli olması gereken soruşturma bilgileri, yine aynı görünmez eller tarafından servis ediliyor:
“Bunu sadece sana veriyoruz, sen yaz!”
Bazı köşe yazarları ve öteki gazetelerin yöneticileri, dağıtımdaki bu “Adaletsizliğe” karşı tavır koyuyor:
“Ama hep falanca gazeteye veriyorsunuz, bize bir şey vermiyorsunuz!”
Onlara yanıt veriliyor:
“Merak etmeyin, size de güzel haberler sızdıracağız en kısa zamanda!”
Dünkü iktidar gazetelerinin neredeyse tamamında “Ustalık kabinesi, Usta’nın Takımı” diye aynı manşetleri görünce aklıma bunlar geldi.
Gazeteciliğin, kutsal bir mesleğin, AKP ve Tayyip destekçiliği uğruna ne günlere kaldığını, manşetlerin hangi direktiflerde atıldığını bir kez daha görmüş oldum.
Arkadaşlarımıza bir kez daha “Vah bizim güzel mesleğimiz, hepimize geçmiş olsun” demek zorunda kaldım.
SÖZCÜ

Faizci Başbakan ..Emin Çölaşan Yazdı:

6Temmuz 2011
Sevgili okuyucularım, milli görüş kökenli Tayyip, bir zamanlar hocası Necmettin Erbakan’ın ellerini öper, onun yanında yer alıp yükselmeye çalışırdı… Ve günün birinde amacına ulaştı.
Gelin görün ki, o andan itibaren hocası Erbakan’ı dışlamakta, tu kaka ilan etmekte sakınca görmedi.
Milli görüşün en büyük özelliği faize karşı olmasıydı. Bal gibi faiz alıp verirlerdi ama bunun adına kar payı derlerdi. Bugün bile Türkiye’de iş yapan İslamcı Bankalara gidip hesabınıza ne kadar faiz vereceklerini sorun, alacağınız yanıt bellidir.
“ Estağfurullah, biz faiz vermiyoruz. Biz kar payı veriyoruz”
Yiyen yer, yemeyen ise Allah’ı bu kelime oyunu ile kandırdığını zanneder!
Tayyip, Sincan Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Osman Kaçmaz’ı mahkemeye verdi. Hâkim, AKP iktidarına ters düşen kararlar vermişti.
Bu olaylar sonrasında Kaçmaz, AKP’nin HSYK’sı tarafından görevden alındı ve emekli olmak zorunda kaldı.
Tayyip’e tazminat ödemeye mahkûm edilen Osman Kaçmaz’a bir süre önce Ankara 29. İcra Müdürlüğü tarafından bir icra emri gönderildi. Davacı Tayyip kendisinden vekâlet ücreti istiyordu. Buraya kadar normal…
Ama Tayyip ayrıca hem faiz, hem de günlük Faiz istiyordu!
Faize ve hele günlük faize karşı olduğunu bugüne kadar defalarca vurgulayan Tayyip, bu belge ile tam tersini yapıyordu. İnanmayanlar olabilir diye belgesini de yayınlıyorum.

Tayyip’in neler istediğine belgesinden bakalım:
1000 lira vekâlet ücreti. Artı 104,05 lira işlenmiş faiz. Artı, asıl alacak kalemlerine yüzde 9 faiz işletilmesini istiyor.
Dahası var! Parantez içinde belirtilen faiz isteminin devamı şöyle geliyor.
“Fazlaya dair ve faiz oranlarındaki artıştan doğan talep hakkımız saklıdır.”
Ayrıca icra emrinin sonunda bir not daha yer alıyor. Aynen yazıyorum:
“Borcunuzu hemen öderseniz takip toplam 1.104.05 TL. Artı vekâlet ücreti 180 TL. Harç 65.02 TL. Toplam borç 1.360.02 TL. Günlük faiz 0.24 TL ödemeniz gerekmektedir.”
Görüldüğü gibi Tayyip, üç ayrı faiz istiyor;
1- Normal Faiz
2- Faiz oranları artarsa, artışa göre faiz.
3- Günlük faiz.
Acaba vatandaş sormaz mı “Hani sen faize, hele günlük faize karşıydın”
Burada hiç kimse “Evet, faiz istiyor ama rakamlar küçük “ demesin.
Önemli olan rakamlar değil, zihniyettir.
Hemen belirteyim Tayyip’in avukatı isteseydi faiz talep etmediğini bildirir ve alacağını faizsiz tahsil edebilirdi.
Peki, avukatı kim? Faizleri onun adına kim topluyor?
Fatih Şahin… Son seçimde Tayyip onu Ankara’dan milletvekili seçtirdi!
Hayırlı faizler olsun.
Sözcü

ÜZERLERİNDE ŞEHİT KANLARI ...Emin Çölaşan

7Temmuz 2011
TÜRKİYE‘de ve özellikle Türk siyasetinde akıl almaz olaylar yaşıyoruz. Toplum bütün tepkisini yetirmiş, korkmuş, sinmiş… Hemen dibimizde birileri “Kürdistan’ı kuruyoruz, kurduk” diye feryat ederken hiç kimseden ses yok.
Çankaya’da oturan AKP’li otomatik imza makinesine dönüşmüş, önüne gelen her şeyi istisnasız onaylıyor.
AKP’nin Çankaya temsilcisi ve Tayyip’in Çankaya şubesi olarak görev yapıyor.
Uyarıyoruz:
“Ey arkadaşlar, sayın Tayyip ve sayın Abdullah, Türkiye bölünüyor, bu yolda adımlar atılıyor. Kürtçüler bunları artık açıktan söylüyor. Siz neredesiniz? Sizin göreviniz bu olanları seyretmek midir?”
Hiçbirinden ses yok, tepki yok, tık yok!
***
Yüksekova’da iki askerimiz ilçe merkezinde, sokak ortasında şehit edildi. Evlerinden henüz çıkmışlardı. Yerde kanlar içindeki cesetlerinin fotoğraflarını gördünüz.
O iki aslan parçası, sabah erken saatlerde evlerinden sokağa adım attılar ve ateş yediler.
Dikkat ediniz, “Evlerinden çıkmışlardı” diyorum.
Sayıca yetersiz kalan korumalı lojmanlarda değil, kiralık evlerde oturuyorlardı.
Özellikle Doğu ve Güneydoğu’daki il ve ilçelerimizde kamu görevlileri için yeterli lojman yok. Özellikle askerlerimiz ve polislerimiz kiralık ev tutuyor… Ve 24 saatlik yaşantıları, terör örgütü tarafından sürekli izleniyor.
Böylece her biri, aileleriyle birlikte günün 24 saati boyunca teröristlerin boy hedefi oluyor.
Hükümet bu soruna bir türlü el atmıyor, atamıyor…
***
Bu devletin TOKİ isimli bir kuruluşu var mı? Var!
Bu kuruluşun görevi konut yapmak değil mi? Evet!
Şimdi bir bakıyoruz, bu kuruluş paranın ve kazancın göbeğine saplanmış, en kazançlı işleri yapıyor.
Büyük şehirlerde süper lüks konutlar, alışveriş merkezleri, gökdelenler ve çeşitli kamu binaları!
Konutlardan bazıları bir trilyona satılıyor. Alışveriş merkezlerindeki dükkanların fiyatı daha da yüksek.
Peki bu TOKİ‘nin aklına Doğu ve Güneydoğu’da basit, ucuz ama korunaklı lojmanlar yapmak hiç gelmiyor mu?
Oralarda korkunç bir lojman açığı var. Düşünün ki, Yüksekova gibi bir yerde kiralık evde oturan her asker ve polis, saldırganların en başta gelen boy hedefi.
TOKİ özellikle lüks yatırımlarla çok büyük paralar kazanıyor. Ama örneğin Yüksekova’ya lojman yapmıyor. Yapsa bile yetersiz kalıyor ve vatan evlatları sabah kiralık evlerinden çıktıkları anda üzerlerine yağan mermilerle şehit ediliyor.
TOKİ, Tayyip iktidarı ile iç içe, tamamen onun emrinde.
O kadar ki, bu kuruluşun başkanı olan Erdoğan Bayraktar son seçimde Tayyip tarafından aday gösterildi ve Trabzon’dan AKP milletvekili seçildi.
Dün ise TOKİ‘den de sorumlu Çevre ve Şehircilik Bakanı oldu.
Belki bundan sonra bu yazdığım konuda daha dikkatli olur!
Eveti Yüksekova’da, kent merkezinde iki askerimiz şehit eiliyor!..
Çankaya’dan tık yok, Tayyip’ten tık yok!
Onlar bu gibi önemsiz (!) işlerle ilgili değil.
Bu nasıl iştir yaa, varsa bir anlayan bize de anlatsın!..
SÖZCÜ

Yersen Rafta Demokrasi Var… Bekir Coşkun..7 Temmuz 2011


Zaten demokrasiyi öyle herkes için istemiyor…

Kadını Arap tesettürüne sokup ortaçağa kapatması, kendisinin İtalyan kravat takıp açılması ondandır…
(…..)
Demokrasiyi her zaman için de istemiyor…
12 Haziran’da “önce seçmen iradesi” demesi… 13 Haziran’da seçmenin seçtiklerini hapiste tutması bundan…
(…..)
Doğrusunu isterseniz, demokrasiye yer de beğenemedi…
Meclis’in dışındakini demokrasi saymayıp “Demokrasinin yeri Meclis’in içidir…” demesi bu yüzden…
*
Oysa demokrasi; kişiye, zamana, yere göre değil… Her yerde, herkes için, her zaman varsa vardır…
*
İki yerde demokrasi olmaz, hadi:
Dinde…
Kışlada…
Dinde; karar gökten inmiştir bir kere, asla tartışılamaz… Sıkıysa “Şu namaz sayısını bir konuşsak” de…
Keza kışlada…
Komutan “Yat…” dediğinde başınızı kaldırıp deseniz mesela:
“Ben buna katılmıyorum… Şu ‘yat’ meselesini bir tartışalım önce… Bakalım yat mı iyi, yoksa kalk mı iyi?..
*
Bir yerde daha yok diyelim demokrasi:
Kafada…
Onun için parlamentonun dışındakini demokrasi saymıyor, “içeri gelin ki demokrasi olsun” diyor…
Çünkü; arada birkaç parlak laf etmek dışında elinden hiçbir şey gelmeyen… Sadece Meclis fotoğrafını tamamlayan… İşte öylesine göstermelik dekoratif muhalefet istiyor… Farklı demokratik tepkileri, sert yöntemleri, dünyanın her yerinden duyulan tavırları sevmedi…
Demokrasi içeride olsun ki…
Yersen, rafta demokrasi var…
*
O zaman…
Parlamentonun dışındaki demokrasi, parlamentonun içindekinden daha da elzem… Herkes tarafından, her yerde, her an olmalı ve karşılarına çıkmalı demokrasi:
Meydanda, sokakta…
Köşe başında…
Üniversitede, kahvehanede, atölyelerde, tarlada…
Ağızda…
Dilde…
Yürekte…

Caiz şike… Bekir Coşkun 9 Temmuz 2011


Anladığım kadarıyla şikeciler hocaya soruyorlar:

“Hocam şike caiz mi?..”

Hoca:
“Niyete bağlı… Kalbini temiz tutacaksın…”
“İyi niyetle hocam…”
“Kalbin temizse caizdir…”
“Benim içimde hiç kötülük yoktur hocam… Yani böyle bir kötü şey görsem hemen şey yaparım…”
“Allah razı olsun…”
*
Eğer devletin içine tarikat geçip oturmuşsa ve cemaat ülkeyi yönetiyorsa, bu gibi şeyler normaldir.
Şikeci sorar:
“Hocam şimdi ben para alıp gol yersem…”
Hoca:
“Ofsayt çizgisinin dışından mı, içinden mi?.. Bilhassa dışındaysan bir şey olmaz…”
“Ben kaleciyim hocam…”
“O vakit harama el sürmeyeceksin, bırak geçsin…”
“Ya top auta gittiyse?..”
“Kazaya kalır…”
“Bir daha ki sefere mi?..”
“Bilahare atılır… Buyuruyor ki ‘İnna ki bil kavmin şut-el bel kalle’ diyor… Yani parayı alan kaleye şutu çeker…”
*
Eğer ülke ekonomisine “yeşil sermaye”, tasarrufa “faizsiz bankacılık”, markete “helal gıda”, eğitime “türban”, liyakate “badem bıyık” yerleşip oturmuşsa, şikenin caizi, caiz olmayanı normal…
Şikeci:
“Hocam, şimdi baktım ki top geliyor…”
Hoca:
“Kalbin temiz olacak…”
“Şike için dolar almışsam…”
“Sünnet-i ayni…”
“Ya Avro almışsam…”
“Farz-ı kati…”
*
Bunlar normal…
Eğer memleketin yönetiminde kıstas; demokrasi, hak, hukuk gibi evrensel değerler değil de “helallik” olursa…
Şikeci:
“Hocam şimdi ben topa vurdum…”
“Amin…”
“Ama top bizim kaleye girdi…”
“Kısmet-i nefsin…”
“Ya yakalanırsak hocam?..”
“Ben selamet, sen kodestesin…”

Futbol ....Bekir Coşkun..5 Temmuz 2011

Her Türk’ün yaşamının bir döneminde “şair”, bir döneminde de “futbolcu” olması kadardır benim futboldan anlamam…

Ama on bir kişinin içi hava dolu yuvarlağı iki direğin arasından geçirmek için deliler gibi koşuşturması, milyonlarca insanın oturdukları yerde yine deliler gibi bağırması, sevinmesi, çıldırması, yuhalaması, küfretmesi…
Top iki direğin arasından geçtiğinde, ya da geçmediğinde kırıp dökmesi bana çok “spor” gibi gelmez…
Koyun üzerine; küfürü, hakareti, bıçağı, satırı, kurşunu…
Ki her maçtan sonra balkonda biri başından vurulur, nişan alsan vuramazsın…
Ya da koyun üzerine; vergi kaçakçılığını, ihaleyi, kara para aklamayı, şantajı, şikeyi…

*
Belki; oyundur, yarışmadır, eğlencedir…
Belki bahis…
Belki kumar…
Belki sanayidir…
Ama bu haliyle futbol spor değil…
*
Belki de benimki kıskançlıktır…
Söylenecek güzel iki söz öğrenmek için tiyatronun ön sırasına otuz kişi otururken, küfür etmek için milyonların stadyumları doldurmasını kıskandım hadi…
Suyunu, deresini, toprağını savunan çevreciler sokağa çıkıyorlar yirmi kişi…
İşsizler iş istiyorlar, elli kişi…
Liseliler çalınan gelecekleri için toplanıyorlar, kırk kişi…
Türkiye’nin bölünmemesini, parçalanmamasını isteyenler bayraklarını alıp meydana dökülüyorlar, diyelim ki yüz kişi…
Cumhuriyet devrimleri için, çağdaş yaşam için, laik hukuk devleti için yüz elli kişi…
Ama top iki direğin arasından geçti; sokakta on milyon cengâver…
*
Futbol; belki sığınaktır…
Hakemden başlayıp herkese küfrediyorsun, bağırıyorsun, kızıyorsun, yürüyorsun, toplanıyorsun bir şey olmuyor…
Öbürüne ağzını aç, hapistesin…
*
Öyleyse; umursamadığın, görmemezlikten geldiğin, dönüp de arkanı tribüne oturduğun “kirli yapıyı kovalamakta olan şüpheli” sığınağa girdi…
Şimdi?..
Nereye sığınacaksın?…

Yetim… Bekir Coşkun

3 Temmuz 2011
Kimsesiz çocuklar, yetiştirme yurdunun yakınındaki inşaatta, kendileri gibi kimsesiz bir köpek yavrusu buldular, yurdun bahçesine getirdiler. Müdür görmesin diye ağaçların arasındaki duvar kovuğuna sakladılar.
Nöbetleşe gidip sevdiler ve iyi olduğunu görüp birbirlerine fısıldadılar.
Adını da koydular:
“Yetim…”
O akşam yemeğinde bütün çocuklar, hiçbir zaman içmedikleri sütlerini bitirmişlerdi. Nöbetçi öğretmen şaşırırken, sütlerin toplandığı sürahi Yetim’in kulübesine gitmişti bile…
*
Yetim biraz büyüdü…
Yasağı biliyormuş gibi ağaçların arasındaki duvar kavuğundan fazla uzaklaşmıyor, sadece kafasını uzatıp çocukları seyrediyor, onlar yaklaşınca deliler gibi seviniyordu.
O günlerde yemekhane görevlileri çocukların köftelerini de sonuna kadar yiyip bitirdiklerini fark ettiler.
Ertesi gün için de “Çok canımız istiyor” diye yine köfte istiyorlardı…
*
Yetim güzel bir köpek oldu…
İpek gibi sapsarı tüyleri, siyah gözleri, dimdik kulakları vardı…
Gece yatakhanede çocuklar birbirlerine köpek hikâyeleri anlatıyorlar, kompozisyon derslerinde duygulu köpek şiirleri yazıyorlardı…
O derste resim öğretmeni bir şey gördü:
Bütün çocuklar sarı tüylü, siyah gözlü bir köpeğin resmini yapmışlardı…
*
Ama Yetim ve yetimler öğrendiler ki dünya her zaman güzel değil…
Yetim, sen git müdürün arabasına havla… Tüm bunları öğrenen Ankara Barosu avukatlarından Kumru Kılıçoğlu yetişmeden, barınaktan belediye ekipleri geldi o gün… Onu duvar kovuğuna sıkıştırıp yakaladılar. Çocukların ağlayışları arasında Yetim’i alıp kafesli bir kamyonete koydular… Çocuklar gözlerini sildikleri mendilleri, onun gidişini görmemek için yüzlerine kapatırken, Yetim dönüp dönüp baktı onlara…
O gece ne sütler içildi…
Ne köfteleri yedi çocuklar…
Okulun koridorundaki panoda sarı bir köpeğin resimleri bir süre kaldı…
*
Sevgi; bir incir çekirdeği gibi, bazen en sert duvar kovuklarında yeşerir…
Bırakmıyorsunuz büyüsün…
Bekir Coşkun

1 Temmuz 2011 Cuma

SEN MİSİN TÜRK BAYRAĞI ASAN!....Emin Çölaşan-sözcü... 30 Haziran 2011

Bugün bir okuyucu mektubunu daha sizlere iletiyorum. Bu kez Hatay’ın Dörtyol ilçesinden Sema Ciner yazıyor:
“17 mayıs 2011 günü saat 24 dolaylarında Gazi İlköğretim caddesindeki küçük konfeksiyon dükkanıma molotof kokteylli saldırı yapıldı. Saldırıda camlarım kırıldı, mallarım yandı, kalanlar da kullanılmayacak duruma geldi.
Bu olay işyerimde asılı olan Türk bayrağı yüzünden başıma geldi. Aynı gece bir aracı da üzerinde Türk bayrağı olduğu için kundakladılar. İşyerim 40 gündür kapalı.
Olay günü belediye başkanımız ve kaymakam bey geldiler. Belediye başkanımız dekorasyon ve boya işlerini karşılarım dedi, şu anda bir kutu boya veririz diyorlar.
Kaymakam bey beni sağduyuya davet etti. Seçim öncesi ortalık karışabilir, bu işi sakin bir şekilde kapatalım. Pencerelerinize gazete çekin ve kimse bahsetmeyin dedi.
Ben de ortalık karışsın ve huzursuzluk olsun istemem. Dediği gibi yaptık ve olayı duyurmadan kapattık.
Şu an çok mağdurum ve ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Kaymakam bey olay benden çıktı, ben yapacağımı yapıp gereken yerlere bildirdim. Artık cevap bekleyeceksiniz, bu da kaç ay sürer bilemem dedi.
Okuyan üç çocuğum var. Okul masrafları, kira parası, yanan mallarımın ödemeleri, bunları karşılayacak ne param var, ne de gelirim.
Eşim 500 lira ücretle pastanede çalışan bir işçi. Ben durumumun incelenerek yardım yapılmasını bekliyorum. Sizin aracılığınızla sesimi duyurmak istiyorum. Lütfen yardımcı olun.”
Dün Sema hanımı aradım, molotof atanların yakalanıp yakalanmadığını sordum. “Hiçbir makam hiçbir şey söylemiyor. Bize hiçbir bilgi vermiyorlar ve böyle perişan bir durumda bekliyoruz” dedi.
Bir kez daha sordum:
“Vitrinde asılı olan Türk bayrağı mıydı?”
“Evet” dedi, “Saldırı aslında bayrağımıza yapıldı.”
Ben de “Evet, Türkiye işte bu durumlara düşürüldü. Bir daha sakın ola ki Türk bayrağı asmayın, mümkünse PKK bayrağı asın!” demek zorunda kaldım!



İLKKURSUN

BİR UTANMAZLIĞIN PERDE ARKASI...Emin Çölaşan 01 Temmuz 2011

Sevgili okuyucularım, bugün size AKP medyasından iğrenç bir örnek daha vereceğim. Belki haklı olarak diyeceksiniz ki “Biz bunların utanmazlığına, sahtekarlığına, yalancılığına her gün tanık oluyoruz, sen hangi örneği vereceksin!..”

      Şimdi biraz geçmişe dönüyorum. Şeriatçı Vakit gazetesi meşhur türban kararını veren Danıştay 2. Daire başkan ve üyelerinin resimlerini tek tek birinci sayfasında verip onları hedef gösterdi. Bu yayından etkilenen Alpaslan Aslan isimli katil bir süre sonra, mayıs 2006’da Danıştay’ı bastı, türban kararını veren başkan ve üyelerin odasına girip tabancasıyla ateş etmeye başladı. O sırada heyet toplantı halinde.
    Sonuç felaket: Bir üye ölüyor, başkan ve dört üye yaralanıyor.
    Danıştay’da büyük kargaşa yaşanıyor, kıyamet kopuyor. Sonradan vefat eden 2. Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin ağır yaralı olarak ambulansa bindiriliyor. Daire Başkanı, sonraki yıllarda Danıştay Başkanı seçilen Mustafa Birden ağır yaralı. Öteki üyeler çeşitli yerlerinden kurşun yemiş.
    O sırada Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu Başkanı ve aynı zamanda Danıştay Başkanvekili olan, daha sonra Danıştay Başsavcısı seçilen, emekli olduktan sonra Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı olan ve iktidar yandaşlarının geçmişte de, günümüzde de her zaman tepkisini çeken Tansel Çölaşan (benim eşim) bir gece önce hastanede yatmakta olan annesinin yanında kalmış, sabah olayı televizyondan duyup hemen Danıştay’a geliyor.
    O aşamada Danıştay’ın ortalıktaki en yetkili kişisi olarak olayı çevresinden soruşturuyor. Çalışanlar ve koruma polisleri kendisine gördüklerini ve duyduklarını, katilin nasıl yakalandığını anlatıyor. Başkan ve üyeler yok çünkü bir üye ölmüş, ötekiler hastanede. Onlardan bilgi almak söz konusu değil.
    Tansel Çölaşan çevresini saran gazetecilere ve uzatılan mikrofonlara hitaben konuşuyor.
    Katilin “Allah’ın askeriyiz, Osmanlı’nın torunuyuz” diye bağırdığını, tekbir getirdiğini çalışanlardan duyduğu şekilde anlatıyor. Belli ki katil şeriatçı. Zaten Vakit gazetesinin hedef göstermesinden etkilenip baskını türban kararı nedeniyle yaptığını daha sonra itiraf ediyor.
    Çölaşan’ın bu sözleri AKP iktidarının, AKP medyasının ve şeriatçıların hiç hoşuna gitmiyor.
    Nitekim saldırı sonrasında Türkiye neredeyse ayaklanıyor, yürüyüşler düzenleniyor, “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganları atılıyor, hükümet protesto ediliyor.
                                X                                       X                                     X
    Danıştay davası Ankara’da özel yetkili Ağır Ceza Mahkemesinde görüldü ve katile ağır hapis cezası verildi. Aynı dava şimdi Silivri’deki Ergenekon mahkemesinde bir kez daha görülüyor ve Alpaslan Aslan yeniden yargılanıyor.
    İşin ilginç yanı, bu katilin vurduğu insanların ifadesi mahkeme tarafından, aradan beş yıl geçmesine karşın alınmamıştı. İki hafta önce alındı…Ve Ankara’da hakim, Danıştay Başkanlığından henüz emekli olan Mustafa Birden’e sordu:
    -“Bu şahıs heyet odasına girince ve ateş ederken herhangi bir şey söyledi mi? Slogan attı mı?”
    Yanıt olumsuzdu. Adam ateş ederken ya hiçbir şey söylememiş, ya da o anı yaşayan insanlar, o korku ve panik ortamında bunun farkına varmamışlardı. Ama dikkat ediniz, sadece ateş edip insanları devirirken!
    Birden’in bu sözleri medyaya yansıyınca, AKP’ye destek veren dinci, liboş, Kürtçü ve Fethullahçı medyada kıyamet koptu. Gazete, televizyon ve internet sitelerinde günlerce yayın yaptılar, köşe yazarlarına yazılar yazdırdılar:
    “Tansel Çölaşan’ın olay günü yalan söylediği mahkemede belgelendi…Alpaslan Aslan tekbir getirmemiş, Allah’ın askeriyim dememiş, slogan atmamış…Bu yalancı nasıl hukukçuluk yapmıştı!..Şimdi derhal yargılanmalıdır!..Tutuklanmalıdır!..Büyük utanmazlık…Şimdi konuş bakalım Tansel Hanım!..”
    Böyle alaycı, tehdit eden, aşağılayan sözlerle, koro halinde hücuma geçtiler.
                             X                                    X                                         X
    Şimdi olayın gerçek yüzüne bakalım. Tansel Çölaşan geçmişte kendisine aynı doğrultuda sözlerle şeriatçı Vakit gazetesinde saldıran Hüsnü Tuna isimli birini mahkemeye verip tazminat kazanmıştı. Ankara 18. Asliye Hukuk mahkemesi davaya bakarken, Alpaslan Aslan’ın olay sonrasında verdiği ifadelerle birlikte düzenlenen iddianameyi de savcılıktan getirtti. Alpaslan Aslan’ın o sözleri söylediği belgelendi ve Hüsnü Tuna tazminat ödemeye mahkum edildi.
               Şimdi mahkemenin 2006/289 esas, 2006/441 karar sayılı gerekçeli kararını özetleyelim:
    “…Odaya girdiğimde Allahüekber diye tekbir getirdim. Ayrıca polisle boğuştuğum sırada da tekbir getirmiş olabilirim. Osmanlı’nın torunuyum, bundan sonra daha dikkatli karar verilsin diye bağırdım dediği, Allah’ın askerleriyiz diye bağırdığı savcılık ve mahkeme kararlarında yer almıştır…Hüsnü Tuna’nın, kişilik haklarına saldırdığı Çölaşan’a 10 bin lira tazminat ödemesine…”
    Şimdi yine bir tanık ifadesini özetliyorum. Bu ifade, Danıştay’da görevli olan ve katili yakalayan koruma polislerinden birine ait. Başına iş gelmesin diye burada ismini vermiyorum. Cumhuriyet savcısı Şemsettin Özcan tarafından olaydan hemen sonra alınan 19 mayıs 2006 tarihli tanık ifadesinde polis memuru şöyle diyor:
    “..Asansörle giriş katına indiğimde Hassas Bölgelerde görevli bir polis arkadaş biriyle boğuşuyordu. Şahsın elinde silah vardı. Müdahale ettim, elinden silahı alıp kelepçeledik ve Danıştay girişindeki polis odasına götürdük. Şahıs bir süre tamamen sessiz kaldı, daha sonra bağırarak ‘Osmanlı’nın torunlarıyız, Allah’ın askerleriyiz, bundan sonra adam gibi karar alırsınız’ diye bağırdı…Şüpheliyi polis odasına koyduğumuzda 2. Daire üyelerine silahlı saldırı yaptığını bilmiyordum. Daha sonra koridorda bu şekilde bağrışmalar oldu ve öyle öğrendim…”
    Bu kez de sanık Alpaslan’ın savcılık ifadesine bakalım:
    “Polisler beni yakalayıp elime kelepçe vurdular, bir odaya götürdüler. Odaya girdiğimde Allahüekber diye tekbir getirdim. Ayrıca polisle boğuşurken tekbir getirmiş olabilirim. Ayrıca odada ‘Osmanlı’nın torunuyum’ diye bağırdım…”
                            X                                           X                                        X
    İşte size yargı kararları…İşte size olayın içinde yaşayanların savcılık ifadeleri…Ayrıca Alpaslan polise de aynı doğrultuda ifadeler vermiş, bu sözleri söylediğini özellikle vurgulamıştı.
Tansel Çölaşan’a yapılan bu haksız saldırılar karşısında bu belgeleri daha önce açıklayacaktım ama siyaset gündemi yoğundu, bir türlü sıra gelmedi.
Emekliye ayrılan Danıştay Başkanı Mustafa Birden yaklaşık iki hafta önce mahkemede ilk kez ifade veriyor, saldırganın ateş ederken bir şey söylediğini duymadığını belirtiyor…
Ve bizim yalaka medya, sadece onun bu cümlesine dayanarak koro halinde saldırıya geçip Tansel Çölaşan’a saldırıyor!..
Çünkü o hakimlik yaparken de AKP’nin adamı olmamış, iktidarın hoşuna gitmeyen kararlar vermiş, emekli olduktan sonra Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanlığına seçilmiş biri.
Soyadının Çölaşan olması, her türlü saldırı için zaten yetiyor!
Şu medyanın, iktidarın yalaka medyasının rezilliğine, sahtekarlığına ve yalancılığına bakın ki, bilmeden ve karınlarından konuşarak içlerinden bazıları onun yargılanmasını, hatta bazıları da bununla yetinmeyip tutuklanmasını istedi!
İktidarın bazı köşe yazarları da yazılarıyla saldırdı.
Saldırgan Danıştay’ı basıp o insanları vurduktan, birini öldürdükten sonra tekbir getiriyor, Allah’ın askeri, Osmanlı’nın torunu olduğunu bağıra bağıra vurguluyor. Bunlar polis ve savcılık ifadelerinde ve açılan davanın iddianamesinde aynen yer alıyor.
Bugün belgelerden sadece küçük bir bölümü ortaya koydum. Bakalım bundan sonra ne diyecekler!
Herkesin bir şeyi çok iyi bilmesini isterim. Bu konuyu Tansel Çölaşan’ı korumak için değil, sadece AKP medyasının rezilliğini, yalancılığını belgelemek için yazdım.
Peki bu medyanın amacı ne?
Katilin şeriatçı olduğu, saldırının laik devlete karşı yapıldığı gerçeğini inkar edip Alpaslan Aslan’ı kamuoyuna zavallı, kendini bilmez, ruhsal bozukluğu olan bir katil olarak yutturmak!..Ve bir katili hiç utanmadan korumak. Hadise bu kadar basit!
---------- MUHALİF CİZGİLER:
https://www.facebook.com/pages/Karikat%C3%BCrler-Muhalif-CIZGILER/186115531419562


Dik Duracaksın...bekir coskun 29 Haziran 2011 Çarşamba

  
..




BDP Meclis’e gelmedi.

MHP geldi...

CHP hem geldi sayılır, hem gelmedi...

Ortası...

*

CHP; TBMM’ye gelip oturarak demokrasiye bağlılığını... Ama oturup da yemin etmeyerek de seçilme hakkına saygısını kanıtladı...

İkisi de iyi sayılır...

*

CHP’nin yemine katılmayışı, ama CHP’li Oktay Ekşi’nin frak giyip oraya çıkarak yemin edenlere katkısı ise bilmediğimiz bir anlam taşıyor olmalı...

Biz anlamayız...

Ya da neresini anlayacaksınız:

Yıllarca Basın Konseyi Başkanlığı yapmış bir duayenimizin, 50’den fazla gazeteci mahkûm olmadan yıllardır hapiste tutulurken... İçlerinden birisi ise seçildiği halde “kaçar” diye oraya gelip yeminini bile yapamazken... Ve o gazeteci ile diğer seçilmişlerin orada olmayışları süren zulmün ve hukuksuzluğun bir parçasıyken...

*

Sosyal demokratsan...

İlkeli olacaksın...

Sapmaz...

Bükülmez...

Dimdik...

Söylediğin her sözün, dilindeki her lafın, ağzındaki her ilkenin arkasında duracaksın...

Düz olacaksın...

*

Yiğit olacaksın...

Sana mangal gibi yürek gerek...

Hak için, hukuk için...

Mağdur için vuruşacaksın...

Ucunda ölüm olsa bile...

Gözünü kırpmayacaksın...

Unutmayacaksın; korkağın sabahı geç olur...

Korkmayacaksın...

*

Sen söyledin ya:

“Her şeyleri yalan, dolan...

Bir tek sözleri doğru değil...

Bir kandırmaca...

Bir oyun...

Haksız...

Hukuksuz...”

O zaman tüm bunların parçası olmayacaksın...

*

Ama bir diktanın, bir korkunun, bir kinin ve nefretin, sahte demokrasinin sadece dekoru olacaksan...

Ne diyebiliriz ki biz?..

Biz çekeriz...

Sen orada oturacaksın...

Cumhuriyet

Hukukun Bittiği Yerdeyiz....Bekir-Cumhuriyet 30 Haziran 2011

Hukukun Bittiği Yerdeyiz...




Mahkeme “kaçarlar” diyor...

Ben hiç milletvekili olunca bırakıp da kaçanı duymadım...

Ayrıca yargıçlar uçağa binip yurtdışından mahkemeye geleni de “Yurtdışına kaçar” diye tutukladı...

Belki de “kaçma” tanımları farklıdır...

*

Tutukluluk hallerinin sürmesinde ikinci neden ise; ya tutuklular dışarı çıkınca delilleri karartırlarsa...

Nerede bu deliller?..

Deliller yargıcın önündeyse nasıl karartılır?..

Yok eğer deliller yargıcın önünde değilse, neyle tutuluyor bir sürü insan üç yıl hapiste, delil yoksa...

*

Peki; üç yılda toplanamayan deliller...

Ya beş, on, on beş yılda anca toplanacaksa...

Üç yıl az zaman değil...

Üç yılda bulunamayan delilin ne zaman bulunacağını kim bilebilir?..

*

Niçin daha açık açık söylemiyoruz:

Başından beri kuşkulandığımız, karşı çıktığımız, anlatmaya çalıştığımız, yırtındığımız süreç tamamlandı...

Ve Türkiye’de yargı bitti...

Yok artık...

*

Peki yargı bittiyse biz kime gideceğiz hukuku aramak için?..

Mahkemenin kendisi “haksızlığın, hukuksuzluğun kapısı” olmuşsa...

Duvarsa o kutsal kapı...

Hakkı ve hukuku aramak için hangi kapıya gidebiliriz biz?..

Dillerde dolanan o Urfa deyişini yıllar önce ilk kez ben yazmıştım:

“Çaresi ne, çaresi ne

Et kokarsa tuz ekerler

Tuz kokarsa çaresi ne?..”

Vay elim kırılsaydı...

Ya da kalemimi mi kırsaydım...

*

Ve hukukun bittiği yerdeyiz...

Bu bir yazı değil artık...

Çığlık...

Soruyorum kör kuyulara:

Mahkeme kapısı bittiyse...

Kime gideceğiz?...

Kime?..

Bekir-Cumhuriyet

İleri Demokrasinin Gerisi... Bekir Coşkun-01 Temmuz 2011-Cumhuriyet.

 .

01 Temmuz 2011 Cuma,

“Meclis’e gelmezsen gelme” dedi..

Geliyorlar da ne oluyor?..

Sorun çıkartıyorlar...

O konuşuyor, bu konuşuyor...

Gelme...

Şimdi sen geldin, oraya oturdun...

Eeee...

Faydası?..

Gelmezsen gelme...

*

Başbakan “Şimdi ileri demokrasiye geçiyoruz” dediğinde, zaten ben acaba nereye geçtiğimizi düşünmüştüm...

İşte:

“Şimdi hep birlikte bir kucaklaşma şeklinde ileri demokrasi noktasına geçiyoruz” dediği için bağımsız milletvekilleri Meclis grup toplantılarını nerede yapıyorlar?...

Diyarbakır’da...

*

Kaldı CHP...

Onlar da gelmezse daha da iyi...

“Biz devam ederiz” diyor...

Demek ki muhalefeti gereksiz gördü...

*

Oysa ondan istenen tek şey; sadece evrensel hukuk...

Zulümsüz...

Eziyetsiz...

Eşit...

Adil, çağdaş...

Suçsuzların cezalandırılmadığı...

Adam gibi...

Yani dünyanın tüm demokrasilerinde olandan...

*

Ama anlamaz...

Çünkü “ileri demokrasinin” gerisinde olanlar:

İntikam...

Nefret...

Kin...

O, balkonda konuşurken, bunlar balkonun altındaydı...

Beklediler...

“Balkon konuşması” bitti...

Buluştular...

Ve dün siz; kini, intikamı, nefreti dinlediniz...

İleri demokrasinin gerisi geldi yani...

*

İzleyin artık...

Kalan gerisi de gelecektir...

Bekir Coşkun-Cumhuriyet

İzleyiciler