Önizleme

21 Haziran 2011 Salı

muhalif çizgiler ,,karikatürler






Demokrasinin Sakarlığı...Bekri Çoşkun-Cumhuriyet...

12 Haziran akşamı AKP kazandı...

Ama haftaya TBMM toplandığı gün kaybetmiş olacak...

*

Eksilen 15 milletvekiliyle birlikte:

- Tek başına anayasayı yapma olanağını...

- Referanduma gitme çoğunluğunu...

- Tayyip Erdoğan’ı yukarı taşıma hayalini...

Tümünü kaybetti...

*

Oy dediğiniz, milletvekili sayısı için lazım...

Normal bir demokraside çok oy alanın milletvekili sayısının artması gerekmez mi?..

Burada azaldı...

Ne yapacaksınız, değişik bir şey...

Oylar artarken milletvekili sayısı düşebiliyor...

Güzel yani...

*

Tabii ki iktidar ve yalakaları bunu demokrasiye uygun görmüyorlar...

Nohut verip oy almak uygundu... Milletin bir kişiye oy verip de 550 milletvekilini seçmesi de rahatsız etmedi... Ya da yürütmenin, yasamanın, yargının bir tek kişinin dudakları arasına sıkıştırılması canlarını sıkmadı...

Diyelim ki her ağzını açanın başına bir felaket gelmesini de demokrasiye aykırı bulmadılar...

Ne yapacaksınız?..

Bu kez böyle oldu; oylar arttı, milletvekili sayısı azaldı...

*

Böyle demokraside normaldir aslında...

Ve demokrasimizin bu sakarlığı sürerse, bakarsınız bir genel seçimde Meksikalılara başbakan seçmiş Türkler...

*

İşte:

Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı süresinin ne kadar olduğunu, ne zaman sürenin biteceğini bilen var mı?..

Yok...

Cumhurbaşkanı görev süresini kendisi biliyor mu?..

Bilmiyor...

Niçin?..

Çünkü Tayyip Erdoğan’ın, kafasına göre yapacağı bir anayasa ile yetkilerini de arttırıp Çankaya’ya çıkıp oturma planı vardı ve Cumhurbaşkanı’nın görev süresini kendine göre ayarlayacaktı...

Uygun uzunlukta...

Ya da lastikli yapılırdı, uzat kısalt, uzat kısalt...

Ama oy artarken milletvekili sayısı azalınca plan tutmadı...

Yattı...

*

Sakar demokrasinin marifetidir...

Güzel bir şey...

Bekri Çoşkun-Cumhuriyet

BEN OYUMU CHP’YE VERMİŞTİM DE!...Emin Çölaşan Sözcü gazetesi

Sevgili okuyucularım, seçimden sonra henüz iki gün geçmişti…Ve CHP’de kavga dövüş derhal başladı. Birbirlerine girdiler. Şimdi kurultay istiyorlar.
            15 haziran Çarşamba günkü yazımın başlığı “CHP’nin Hırgürü” idi…Ve seçimden sadece iki gün sonra o yazıyı yazmak zorunda kalmıştım…Çünkü Baykal ve ekibi devreye girmiş, hırgür derhal başlatılmıştı.
            Baykal seçimden hemen sonra konuşmaya başladı:
            “Partimiz başarısız olmuştur.”
            Ben de o yazımda Baykal’a hitaben aynen şöyle demiştim:
            “Beyefendi, partinizin Antalya birinci sıra adayı idiniz. Haftalar boyunca Antalya’da seçim çalışması yaptınız. İyi de, 2009 yerel seçimlerinde Antalya Büyükşehir Belediyesi AKP’den CHP’ye geçmişti. Bu son seçimde ise Antalya’da bile AKP’nin gerisinde kaldınız ve ikinci parti oldunuz. Bu oluşumda acaba sizin herhangi bir kişisel sorumluluğunuz, başarısızlığınız var mıdır, yok mudur? Birileri kalkıp Antalya’daki başarısızlığın ardında sizi gösterse ne dersiniz?”
            Burada bir ekleme daha yapayım. Antalya’nın aday listesini bizzat Baykal düzenlemişti!
                                X                                   X                                   X
            Ben vatandaş olarak oyumu her seçimde CHP’ye vermiş biriyim. Ben oyumu o partinin başında veya aday listelerinde falanca kişi veya filanca kişi var diye asla vermedim. Benim oyum Mustafa Kemal Atatürk’ün partisine idi.
            Bu ülkeyi yoktan var edenlerin, Cumhuriyeti kuranların, devrimleri tek tek yapanların, bu ülkeye demokrasi getirip iktidarı seçimle teslim edenlerin partisine verilmişti.
            Taa o zamanlar ülkemizi karanlıktan kurtardığına inandığım altı ok ilkelerine verdim ben oylarımı.
            Halkçılık, devletçilik, laiklik, milliyetçilik, cumhuriyetçilik, devrimcilik…
            Genel başkanın, parti yönetimlerinin, milletvekillerinin kim oldukları benim açımdan hiç önemli değildi. Hele bu son yıllarda partinin başında Baykal varmış, sonra Kılıçdaroğlu gelmiş, benim için hiçbir zaman fark etmedi.
 O ilkelere yeterince sahip çıkmayan, ama çıkacağını varsaydığım partiye gitti benim oylarım.
            Şimdi anlıyorum ki, benim gibi milyonlarca insanımız da bu seçimde de CHP’ye oy verirken şöyle demişiz!
            “Haydi aslanlarım, sonuç ne olursa olsun, en kısa zamanda birbirinize girin! Kavgaya derhal, hiç gecikmeden başlayın!”
            CHP’nin iktidar olmasını bekleyen hiç kimse zaten yoktu. Belki iyi niyetle hayal kuranlar, “Ah bir mucize gerçekleşse” diye düşünenler vardı ama bu düşünce akla mantığa sığan bir şey değildi.
            CHP yine de yüzde 26 oy aldı.
            Başarı değildir ama hezimet te değildir.
            Acaba işin başında Baykal ve ekibi olsaydı ne yaparlardı? İktidar mı olurlardı, oylarını yüzde 30’a mı çıkarırlardı?
            Varsayalım yüzde 30 olmuştu, değişen ne olurdu? CHP iktidara mı gelirdi?
                                X                                     X                                     X
            CHP’nin karşısında bir iktidar partisi var. Dikkat ediniz, o parti seçim öncesinde bazı bakanlarını liste dışı bıraktı. Pek çok milletvekilini de listeye koymadı. Onlar artık Meclis’te yok.
            Peki bu süreçte bunlardan biri olsun ağzını açıp bir tek kelime söyledi mi? Kendisine oyun oynandığını, haksızlık edildiğini söyleyen, parti yönetimini bu açılardan eleştiren bir tek Allah kulu çıktı mı?
            Belki diyeceksiniz ki “O partide söz söyleme özgürlüğü yok, tek şahıs yönetimi var. Hepsi birbirinin açığını biliyor. Hepsi Tayyip’in ağzına bakıyor. O yüzden konuşamazlar…”
            Doğrudur…Çünkü her birinin kişisel çıkarları bunu gerektirmektedir. Onları milletvekili, bakan yapan tek başına Tayyip’tir. Zamanı gelince her birinin son kullanma tarihini belirleyen de tek başına aynı şahıstır.
            İlkesi şudur:
            “Suyunu sık, zamanı gelince posasını at!..Onları belli yerlere ben getirdim, götürme hakkı da benimdir ve kimse bir şey söyleyemez.”
            Tayyip’in partide yarattığı korku ve sıkıyönetim, demokrasi açısındanen kötü bir örnektir. Şimdi bu şahıs hükümeti ve parti yönetimini belirleyecek.
            Göreceksiniz, yine en ufak bir çatlak ses çıkmayacak.
            Peki CHP’deki “Çok seslilik” ve her kafadan bir ses çıkması daha mı iyidir? Bizde eskilerin bir deyimi vardır:
            İfratla tefrit. (Aşırılık-tersine aşırılık.)
            AKP ile CHP işte budur. İlkinde korku dağları bürümüş, tık yok. İkincisinde ise her kafadan ayrı ses çıkıyor.
                                X                                     X                                   X
            Varsayalım mucize gerçekleşmiş ve CHP iktidar olmuştu…Kılıçdaroğlu bakanları belirleyecekti. İlk kıyamet daha liste hazırlanırken kopardı…
            Sonra muhalefet görevini yine CHP hizipleri üstlenir, kendi bakanlarını yıpratma yarışına aynı kimseler girerdi.
            Neyse ki ortada iktidar miktidar yok!
            Muhalefette kaldılar ama neredeyse kan gövdeyi götürmeye başladı:
            “Derhal kurultaya gidilsin!..”
            “Ne yapılacak kurultayda?..”
            “Yeniden genel başkan seçelim!..”
            “Olmaz, onun zamanı henüz gelmedi. Kurultay için imza toplayalım ama Parti Meclisi için toplayalım, Kılıçdaroğlu’nun oradan vuralım!..”
            Aralarında yapılan bir görüşme, bir çay-kahve içme yok. Her şey medya üzerinde yapılıyor.
            Seçim öncesinde hiçkimse, örneğin Deniz Baykal, kamuoyuna şöyle bir çağrıda bulunmadı:
            “Ey CHP’ye oy verecek seçmenler…Eğer biz iktidar olamazsak, ya da yüzde şu kadar oy alamazsak, parti içi mücadeleyi derhal başlatmaya, kurultay çağrıları yapmaya kararlıyız. Haberiniz ola!..”
            Bunu söylemiş olsalardı onlara saygı duyar ve şimdi yanlarında yer alırdım.
                                X                                     X                                       X
            Yanlış anlamaları önlemek için burada bir konuya bir kez daha açıklık getirmek istiyorum.
            Bunları Kılıçdaroğlu’nu savunmak için yazmıyorum. Onun iyi niyetinden hiç kuşkum yok. Ama yanlışlarını, eksiklerini de görüyor ve yazıyorum. Ağzına Atatürk’ün adını hemen hiç almayan, aynen Tayyip gibi “Türk” sözcüğünü kullanmaktan hoşlanmayan, Hakkari mitinginde birkaç oy uğruna “Güneydoğu’ya özerklikten” dem vuran, Tayyip’in istediği anayasa değişikliği konusunda “Kapımız kendisine her zaman açıktır” diyebilen bir Kılıçdaroğlu’nu savunmam mümkün değil.
            Ancak ona bir “Süre” tanınması gerektiğine inanıyorum.
            Seçim öncesindeki söz ve davranışlarından belki vazgeçebilir diye düşünüyorum.
            Parti içi demokrasi, genel başkanı özgürce eleştirmek iyidir hoştur da, CHP’nin meşhur hizip kavgalarının seçimden hemen sonra hortlatılması yakışıksızdır. Buna Deniz Baykal’ın öncülük etmesi daha da yakışıksızdır.
            Karşılarında, mücadele edilmesi gereken bir iktidar var. Karşılarında ülkemizin yüzlerce önemli sorunu, yolsuzluklar, hatta Türkiye’nin bölünüp parçalanması ve bu amaçla tezgahlanacak olan anayasa değişikliği var.
            Sen bunları bırak bir yana, yine hizip kavgaları başlat!
            Sen yanlış hedef seç, mermilerini iktidara değil kendi partine sıkmaya başla!
            Biz, yani seçmenlerin yüzde 26’sı, herhalde oylarımızı CHP’ye bu amaçla vermişiz!


bidolutv

İMRALI’DAN YÖNETİLEN ÜLKE..Emin Çölaşan Sözcü gazetesi

20 Haziran 2011 Pazartesi, .
Sevgili okuyucularım, Türkiye’de bizim yaşadıklarımızı dünyanın hiçbir ülkesi yaşayamaz. Mümkün değildir. Şimdi çevremize biraz ayrıntılı bakalım.            Dünyanın hemen her ülkesinde terör suçundan yakalanmış kimseler var. Yargılamaları bitmiş olsun veya olmasın, bunlar cezaevlerinde yatıyor. Avukatları onları mahkemede savunuyor, medya kuruluşları onların yargı aşamasını haber yapıyor.
            Dünya çapındaki teröristler arasında kuşkusuz en önemlisi, İmralı’da krallar gibi ağırlanmakta olan Abdullah Öcalan.
            Onun gibisi dünyada yok!
            Kurduğu ve başında olduğu örgüt terör olaylarına 1984 yılında başladı. Apo yakalandığında aradan tam 15 yıl geçmişti. Bu yılların Türkiye açısından bilançosu korkunç.
            Şehit düşen yaklaşık yedi bin asker ve polisimiz, teröristler dahil öldürülen yaklaşık 33 bin insanımız.
            Boşaltılan, yakılıp yıkılan köyler…Kentlere çaresizce göç etmek zorunda kalan yüzbinlerce insan…
            Ve Türkiye’nin terörle mücadele için harcamak zorunda kaldığı yüz milyarlarca dolar para.
            İnsanların refahı için yatırıma gitmesi gerekirken helikopter, silah, mermi alımına harcanan korkunç kaynaklar.
            PKK terörü, Türkiye’nin maddi ve manevi alanda yıkımı oldu.
                            X                                           X                                       X
            Bu işlerin elebaşı olan adam yakalanıp Türkiye’ye getirildiğinde 1999 yılı idi. İmralı’da yargılandı, müebbet hapis cezası aldı. Orada çok sıkı koşullar altında tutuluyordu.
            Ne zaman ki 2002 yılında AKP iktidar oldu, Öcalan rahatladı.
            Tayyip son seçimler öncesinde bir inci daha yumurtladı!
            “Ben o sırada hükümette olsaydım onu idam ederdim” dedi!
            Ağzından çıkan bazı sözleri ya kulağı duymuyor, ya da bunları siyasi amaçla söyleyip milletimizi kandırmaya kalkışıyor. Örneğin bu sözü partisinin Diyarbakır mitinginde söylediğini düşünün! Kıyamet kopar, Tayyip miting alanından son anda kaçırılırdı.
            AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında İmralı’nın koşulları değiştirildi. Abdullah Öcalan, bu iktidar tarafından artık “Pazarlık unsuru” olarak görülmeye başlandı.
            “Biz terörle baş edemiyoruz. O halde bu adamla pazarlık masasına oturup onu ikna edelim. O da örgütü ayarlasın, terörü bitirsin!”
            Onların kafasına göre hadise bu kadar basitti! Ama kaçın kurası Abdullah bunu yemedi. Oraya, İmralı’ya ayağına gönderilen devlet yetkilileriyle pazarlık masasına oturdu ama hep ağırdan aldı.
            Onu daha da mutlu kılmak için yanına “Arkadaşlar” getirildi. Çeşitli cezaevlerinde yatmakta olan terörist arkadaşlarını bizzat Abdullah seçti, isimlerini idareye verdi. Hep birlikte getirildiler, İmralı’da dostluk ve arkadaşlık günleri başladı!
            Okuma salonları kuruldu, masa tenisi oynamalarına izin verildi. Günün belli saatlerinde arkadaşlarıyla oluyor. Açık hava bol gıda!
            İmralı cezaevinde (!) bu güzel günler yaşanırken, PKK ile karargahlarda ve dağ başlarında yıllar boyu bire bir mücadele eden, yanıbaşlarında nice arkadaşları şehit düşen komutanlar ise şu anda Hasdal ve Silivri cezaevlerinde yatıyor.
            Onların Abdullah gibi özel odaları yok. Özellikle Silivri’de arkadaşları ile bir araya gelmeleri, masa tenisi ve tavla oynamaları, okuma odalarında zaman geçirmeleri asla söz konusu değil!
            Türkiye’nin başına bela olmuş bir adam İmralı’da krallar gibi ağırlanıyor. Dahası, onun ayağına devletin yetkilileri gönderilip pazarlık yapılıyor:
            “Aman Abdullah Bey, sayın Abdullah Bey, örgüte söyleyin de terör eylemlerine son versin! Biz de karşılığında şunları yapmaya hazırız…”
            O ve örgütüyle vuruşanlar ise içeride, tutuklu!
                                 X                                        X                                      X
            Bizim Abdullah uyanık. Devlet yetkilileri ile pazarlığını amansızca sürdürüyor. İstekleri bir türlü bitmiyor. Ağırdan alıyor, kendini naza çekiyor.
            Abdullah’ın elinde çok büyük bir koz var. Avukatları ortalama haftada bir kez gelip kendisini İmralı’da ziyaret ediyorlar. Peki bu nasıl oluyor?
            Bu adamın Türkiye’de herhangi bir mahkemede görülmekte olan bir davası mı var?
            Yok!
            Avukatları onunla savunma hazırlamak için mi bir araya geliyor?
            Hayır!
            Peki böyle bir hak Türkiye’de başka davası kalmamış olan onbinlerce hükümlüye de veriliyor mu? Onların avukatları da sık sık gelip müvekkilleriyle cezaevlerinde görüşebiliyor mu? Dahası, onların siyasi ve diğer konularda bir mesajı olduğu takdirde bunu kamuoyuna açıklamaları mümkün mü? Hele onlar bir terör örgütü, mafya vesaire lideri iseler, örgüte yönelik mesajlarını avukatları aracılığı ile duyurmalarına izin verilir mi?
            Kesinlikle hayır!..Ve olması gereken de budur.
            Bizim Abdullah, Türkiye’de cezaevlerinde yatmakta olan 100 bin’den fazla insan içerisinde hiç kuşkusuz “En torpilli” olanı…
AKP hükümeti ona canı gibi bakıyor, kılına zarar gelmemesi için her türlü önlemi alıyor, moral açısından da onu en üst düzeyde tutmak için çaba harcıyor.
            Düşünün ki adamın emrinde nöbetçi uzman doktorlar var!
                                X                                       X                                       X
            Avukatları, önceki gün Abdullah’ı İmralı’da yine ziyaret ettiler. Bu görüşmelerde hukuki sorunlar falan yok, çünkü Abdullah’ın devam eden herhangi bir davası yok. O halde ne var?
            Onun Türk ve dünya kamuoyuna, ama özellikle de Kürtçü kesim ve örgüte ileteceği mesajları var!
            Avukatlar İmralı’dan dönüyor ve Abdullah’ın o gün verdiği mesajlar anında örgütün internet sitelerine yine avukatlar aracılığı ile iletiliyor.
            Burada avukatlar görevi kötüye kullanıyor ve açıkça suç işliyor ama Türk hukuk sistemi, savcılar ve mahkemeler bu olanları görmezden geliyor. Belki bazı davalar açılmıştır da, ben bugüne kadar bu açık suç nedeniyle sonuçlanan bir dava, mahkum olan herhangi bir avukat duymadım.
            Avukatları aracılığı ile yaptığı son açıklamada bakın neler diyor:
            “Hatip Dicle’nin mutlaka bırakılması ve Meclis’e girmesi gerekiyor. Bırakılmaması büyük siyasi riskler taşır. (İsyan çıkar.)
            Meclis derhal toplanmalı ve benim çözüm konusundaki rolümü oynayabilmem için bana bir çağrı yapmalı. Meclis bu çağrıyı yaparsa ben de silahlı güçlerin (PKK’nın) çatışmasız bölgelere çekilmesi konusunda elimden geleni yaparım. Rolümü oynamam için Meclis’in benim önümü açması gerekir. Ben olmadan gerillanın (teröristlerin) bulunduğu mevzilerden kıpırdaması ve belli bir yerde toplanması mümkün değildir. Anayasal çözüme ulaşmak için gerillaya ulaşmalıyım.”
            İmralı’da olanlar, İmralı’da yaşananlar, avukatlar aracılığı ile dünyaya duyurulan bu mesajlar, Türkiye Cumhuriyeti açısından utanç verici hususlardır.
            Bir iktidar, bir hükümet düşünün ki, terör yeniden başlamasın diye örgütün başıyla resmen pazarlık yapmakta, ona yalvarıp yakarmaktadır.
            İşte bu şımarıklık nedeniyle adam iyice küstahlaşmış, Meclis’e çağrı bile yapabilmektedir!
            Biz bir yanda da çelişkiler ülkesiyiz! Milletimizin son seçimde AKP’ye oy veren yarısı, acaba bu gerçekleri bilmiyor muydu? Türkiye’de olanlardan bu kadar mı habersizdi bu yüzde 50’lik kesim?
            Yanıbaşlarında binlerce şehit mezarı var. Evlatlarını, kardeşlerini, eşlerini, yakınlarını toprağa veren bu insanlar acaba bu gerçekleri bilmiyor muydu?
            Ya da diyorlar ki “Bu hükümet kalsın da, isterse Abdullah Öcalan’ı bile serbest bıraksın!”…
            Tercih onların, o “Bilinçli (!)” kesiminmiş.
Bir ülkede yaşayan insanların yarısı bu gerçeklerin farkında değilse, oyunu aldığı yardımların karşılığında kullanıyorsa, vay bizim halimize, vay Türkiye Cumhuriyeti’nin  geleceğine!
  


bidolutv

KANAL ANKARA!..Emin Çölaşan-sözcü

Sevgili okuyucularım, önceki gün Ankara’da şiddetli bir yağış oldu…Ve her zamanki gibi her yer tıkandı, taştı. İ. Melih belediyesi tarafından trilyonlar harcanarak yaptırılan altgeçitlerin görüntülerini dünizlediniz!Kentin göbeğinde bulunan bu altgeçitler tepelerine kadar suyla dolmuş, böylece Ankara’ya deniz gelmiş gibi olmuştu!
Çılgın proje kanal İstanbul, kanal Ankara olarak hizmete girmişti!
Görüntüler inanılır gibi değildi…
Dahası, denizin içinde kalan araçları kurtarmak için balıkadamlar devreye girmişti. Ankara’da doğdum, büyüdüm ve bu kentte yaşıyorum. Ankara’da balıkadamlar olduğunu vallahi billahi bilmezdim.
Bu kenti tam 17 yıldan bu yana İ. Melih yönetiyor. Demek ki altgeçitleri yapmış ama bunların altyapısı sıfır. Mazgalları çalışmıyor, bunlar her yağmurda taşıyor. Önceki gün ise taşmak bir yana, tepeye kadar su doldu!
Karşılaştığımız manzara tam bir rezaletti.
Bir keresinde yine taşkın olmuş ve her olaya bahane bulan İ. Melih konuşmuştu:
“Sabotaj var! Su bassın diye mazgalların altını tahta ve kerestelerle, inşaat artıklarıyla doldurmuşlar!”
Türkiye’nin başkentine göstermelik bir cila sürüldü. Ancak tırnakla bile kazıdığınızda, o cilanın altından neler çıkıyor neler!..

                     ADALET BAKANLIĞI AÇIKLAMASI
Dünkü yazım üzerine Adalet Bakanlığı tarafından gönderilen açıklamayı özetliyorum:
“Habur’dan (2009 yılında) giriş yapan terör örgütü üyeleri için Adalet Bakanlığı tarafından mahkemeye ‘Kısaca sorgulayıp hepsini bırakın’ diye emir verilmemiştir. Yargı bağımsızdır, Adalet Bakanlığı yargıya karışmaz.
Adalet Bakanlığı Müsteşarı İstanbul Four Seasons otelinde kalırken, sadece İstanbul Başsavcıvekili ile teknik konularla ilgili görüşmüştür. Tutuklamaları yapacak hakimle görüşmesi olmamıştır.
Milletvekili seçilen tutukluların tahliye edilip edilmeyeceğine bağımsız mahkemeler karar verecektir. Kararın Adalet Bakanlığı tarafından verileceği yönündeki iddia tamamen dayanaktan yoksun bir varsayımdan ibarettir.”

bidolutv

TATİL HABERİNE YASAK!..Emin Çölaşan - sözcü..

19 Haziran 2011 Pazar,




Bu ülkede nice cumhurbaşkanları, nice başbakanlar tatile çıktı. Medyanın genel kuralıdır. Her olay gibi bunların tatili de izlenir. Kaldıkları yerden dışarı çıktıkları anda peşlerine kameralar, muhabirler takılır ve haber yapılır.            Şimdiye kadar böyle idi!
            Tatilcilerin başında rahmetli Turgut Özal gelirdi. Medyanın kendisini izlemesine hoşgörüyle bakar, ses çıkarmazdı. O kadar ki, denize giren Semranım’ın mayolu fotoğrafları bile boy boy yayınlanır, hiç kimse medyayı tehdit etmezdi.
            Demirel tatile çıkmazdı. Çok uzun yıllar önce bir gazetede sadece bir kez mayo ile fotoğrafı yayınlanmış, göğüsleri ise siyah bantla kapatılıp sansür edilmişti!
            Muhteşem bir espri idi, Demirel dahil herkes gülmüştü.
            Mesut Yılmaz, Tansu Çiller, rahmetli Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan gibi parti başkanları pek tatil yapmazdı.
            Ancak bir kez Çiller’in boş havuzun içinde yatıp güneşlenirken yukarıdan bir yerden, belki bir apartmanın üst katlarından mayolu resmi çekilmiş ve bir gazetede yayınlanmıştı.
            Gizlice çekilen resim epey olay yaratmıştı.
            Ancak bu liderlerin hiçbiri medya kuruluşlarına önceden haber gönderip “Tatile çıkıyorum, beni izlemeyeceksiniz. Yoksa kötü olur, patronlarınız zorda kalır” demeyi akıl etmemişlerdi.
                            X                                     X                                    X
            Haber kanalları ve gazetelerde hemen her sabah temsilcilerle muhabirlerin katıldığı bir haber toplantısı yapılır. Bu toplantıda o günün gündemi konuşulur, hangi muhabirin nereye gideceği, hangi haberi nasıl izleyeceği karara bağlanır.
            Temsilciler ve yöneticiler, muhabirleri yönlendirir.
            Toplantı bitince herkes o günkü görevinin başına gider.
            Birkaç günden beri bu haber toplantılarında görüşülen bir konu vardı. Hemen hepsinde şöyle konuşmalar oldu:
            -“Sayın başbakanımız tatilde. Acaba onu hangi arkadaşımız izleyecek?”
            -“Sayın başbakanımız izlenmeyecek. Onu rahat bırakacağız…”
            -“Ama başkaları izlerse haberi atlamış oluruz…”
            -Kardeşim emir yukarıdan geldi. İzlenmeyecek diyorum. Biz de izlemeyeceğiz.”
            Bazı dik kafalı, meraklı, hatta haddini bilmez (!) muhabirler meslek aşkıyla sormaya devam ettiler. Aynen şu konuşmalar geçti:
            -“Bu emri veren bizim patron mu, yoksa Başbakanlık mı?..”
            -“Yaaa senin ne üstüne vazife be kardeşim! İzlenmeyecek diyorsak izlenmeyecek. Emir patrondan gelse ne fark eder, Başbakanlıktan gelse ne fark eder. Sen işine bak…”
                               X                                     X                                      X
            Seçim gezilerinde yorulan Tayyip iki gün önce ailesiyle birlikte tatile çıktı. Bodrum’a gitmiş olduğunu dün sadece bir tek gazete yazıyordu.
            Öteki gazetelerde onun tatile çıktığına ilişkin bir haber yoktu.
            Şimdi düşünün, seçim bitmiş ve o ülkenin başbakanı tatile çıkıyor. Bu, izlenmesi gereken bir haberdir.
            Altında beyaz plaka takılmış kırmızı plakalı devlet araçları, Mercedes ve Audi’ler, yanında yine bir koruma ordusu, valiler, kaymakamlar, emrinde gezi tekneleri…
            Böyle durumlarda medya kuruluşları tatil yerine özel muhabirler gönderip izleme yaparlar. Orada ne yapıyor, kimlerle konuştu, nerelere çıktı, denize girdi mi...
            Şimdi ise yasak!
            Dün mutlaka Cuma namazı için camiye gider diyorlardı. Camide izlemek serbest!..Kameralar da bulunur, fotoğraf da çekilir!..Hatta muhabirlere ayaküstü bir şeyler de söylemiş olabilir. Birkaç kamera otelin dış kapısında beklemiş ama beyefendi otelden çıkmamış. Dün saat 16 itibariyle tatil haberi bu kadarcıktı ve sadece iki haber sitesinde vardı!
            Evet, bundan ötesi o istemedikçe yasak!
            Peki bu yasak kararını kim aldı? Tayyip’ten Allah gibi korkan para babası medya patronları mı?..Ya da Tayyip mi onlardan öyle istedi?
Bilemiyorum. Her ikisi de olabilir.
            Her iki şıkta da önemli olan, bu dönemde basın üzerinde kurulmuş olan baskıdır. Basına yasaklar getirilmiştir. Belli konularda haber yapma hakkı elinden alınmıştır.
                              X                                         X                                       X
            İktidar yandaşlarını kastetmiyorum, onların açık yandaşı olmadığını iddia eden öteki gazete ve televizyon kanallarına bakın. Muhabir arkadaşlarımız artık özel haber yazamaz duruma getirildiler. Pek çok bomba gibi, ses getirecek haber, yolsuzluk haberleri, “Aman sayın başbakanımızı kızdırmayalım” diye, medyayı yönetenler tarafından kullanılmıyor ve çöp tenekesine atılıyor.
            O zaman muhabir haklı olarak tembelleşiyor, yakaladığı ilginç haberleri “Bunu nasılsa kullanmazlar, niye zamanımı harcamış olayım” diye yazmıyor.
            Sözünü ettiğim bu medya kepazeliğinin ve korkaklığının istisnaları elbette var!
            “Kılıçdaroğlu bana dedi ki…Bahçeli ile konuştum…Sayın başbakanımız buyurdular ki…Trafik kazasında beş kişi öldü…Dün üç cinayet işlendi…Dolar düştü borsa yükseldi…Havalar soğuyacak…Meclis’te şu oldu…”
            Ekranlarda ve sayfalarda, bizim gazetecilik dilinde rutin dediğimiz bu haberler dışında haber görmeniz çok zordur.
            Biz Sözcü olarak işte bu zinciri kırdık. Emirler bize ulaşamıyor. Özgür gazetecilik yapabiliyoruz. O yüzden yükseldikçe yükseliyoruz.
            Evet, cumhurbaşkanlarının, başbakanların tatile çıkması önemli olaydır ve gazeteciler tarafından izlenir.
            Bir Türk medyası düşünün ki, şimdi bu konuda bile üzerine yasak gelmiştir!
Pes!

https://www.facebook.com/note.php?created&&note_id=227559913938043&id=148269981894650

bidolutv

İzleyiciler