Önizleme

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Halil Cibran

Halil Cibran Bir gün, güzellik ve çirkinlik bir deniz kıyısında karşılaştılar ve dediler, ´haydi denize girelim.´ Giysilerini çıkartıp suda yüzdüler. Bir süre sonra, çirkinlik kıyıya dönüp, güzelliğin giysilerine büründü ve yoluna gitti. Güzellik de denizden çıktı, kendi giysilerini bulamadı; ama çıplak olmak utandırıyordu onu, çaresiz çirkinliğin... giysilerine büründü ve yoluna devam etti güzellik. O gün bugündür, erkekler ve kadınlar onları birbirine karıştırır. Ancak içlerinden güzelliğin yüzünü önceden görmüş kimileri vardır ki, giysilerine bakmaksızın tanırlar onu. Ve yine çirkinliğin yüzünü bilen kimileri vardır ki, gözlerinden tanırlar çirkinliği.

tosloy

Tolstoy İnsanlar çok değişti; dikkat etmek lazım. Biriyle el sıkıştıktan sonra, beşide yerinde mi diye parmaklarını saymak zorundasın.

vasiyet

Kanuni Sultan Süleyman Ben ölünce bir elimi tabutumun dışına atın. İnsanlar görsünler ki, padişah olan Kanuni bile bu dünyadan eli boş gitmiştir.

muhalif karikatürler_ leman son sayı kapak



AYNI ELDEN ÇIKAN MANŞETLER....Emin Çölaşan

8Temmuz 2011
YENİ Bakanlar Kurulu açıklandıktan sonra dün çok sayıda gazete, kelimesi kelimesine aynı manşeti atmıştı:
“Ustalık Kabinesi”
İktidarın koşulsuz destekçisi olan Bugün, Zaman, Akit, Star ve Yeni Şafak gazetelerinde bu ifade aynen manşette yer alıyordu.
Hiçbir olayda beş gazete birden aynı manşeti atamaz. Bir gazeteci olarak söylüyorum, böylesine bir rastlantı (!) hayatta olamaz. Buna yine iktidar gazetesi Sabah‘ın manşetini ekleyin:
“Usta’nın Takımı”
Burada iddialı olarak söylüyorum. Bu iktidar gazetelerinin manşetleri belli zamanlarda “Birileri” tarafından belirleniyor. Bu “Birilerinin” kim olduğunu bilemiyoruz, o nedenle isimlendirme yapamıyoruz.
Ama hep aynı şey oluyor.
Bir bakıyorsunuz, özellikle iktidar karşıtlarının isimlerinin karıştığı Balyoz, Ergenekon gibi davalarda piyasaya sürülmek istenen bilgiler, aynı ifadelerle bunların manşetlerinde yer alıyor.
Belli bir yerden iktidar destekçisi gazetelere haber salınıyor:
Yarın şu manşeti atın… Şöyle deyin!”
Manşetler aynen atılıyor.
Bunların bazı köşe yazarlarına, özellikle hükümet karşıtlarıyla ilgili ve en gizli olması gereken soruşturma bilgileri, yine aynı görünmez eller tarafından servis ediliyor:
“Bunu sadece sana veriyoruz, sen yaz!”
Bazı köşe yazarları ve öteki gazetelerin yöneticileri, dağıtımdaki bu “Adaletsizliğe” karşı tavır koyuyor:
“Ama hep falanca gazeteye veriyorsunuz, bize bir şey vermiyorsunuz!”
Onlara yanıt veriliyor:
“Merak etmeyin, size de güzel haberler sızdıracağız en kısa zamanda!”
Dünkü iktidar gazetelerinin neredeyse tamamında “Ustalık kabinesi, Usta’nın Takımı” diye aynı manşetleri görünce aklıma bunlar geldi.
Gazeteciliğin, kutsal bir mesleğin, AKP ve Tayyip destekçiliği uğruna ne günlere kaldığını, manşetlerin hangi direktiflerde atıldığını bir kez daha görmüş oldum.
Arkadaşlarımıza bir kez daha “Vah bizim güzel mesleğimiz, hepimize geçmiş olsun” demek zorunda kaldım.
SÖZCÜ

Faizci Başbakan ..Emin Çölaşan Yazdı:

6Temmuz 2011
Sevgili okuyucularım, milli görüş kökenli Tayyip, bir zamanlar hocası Necmettin Erbakan’ın ellerini öper, onun yanında yer alıp yükselmeye çalışırdı… Ve günün birinde amacına ulaştı.
Gelin görün ki, o andan itibaren hocası Erbakan’ı dışlamakta, tu kaka ilan etmekte sakınca görmedi.
Milli görüşün en büyük özelliği faize karşı olmasıydı. Bal gibi faiz alıp verirlerdi ama bunun adına kar payı derlerdi. Bugün bile Türkiye’de iş yapan İslamcı Bankalara gidip hesabınıza ne kadar faiz vereceklerini sorun, alacağınız yanıt bellidir.
“ Estağfurullah, biz faiz vermiyoruz. Biz kar payı veriyoruz”
Yiyen yer, yemeyen ise Allah’ı bu kelime oyunu ile kandırdığını zanneder!
Tayyip, Sincan Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Osman Kaçmaz’ı mahkemeye verdi. Hâkim, AKP iktidarına ters düşen kararlar vermişti.
Bu olaylar sonrasında Kaçmaz, AKP’nin HSYK’sı tarafından görevden alındı ve emekli olmak zorunda kaldı.
Tayyip’e tazminat ödemeye mahkûm edilen Osman Kaçmaz’a bir süre önce Ankara 29. İcra Müdürlüğü tarafından bir icra emri gönderildi. Davacı Tayyip kendisinden vekâlet ücreti istiyordu. Buraya kadar normal…
Ama Tayyip ayrıca hem faiz, hem de günlük Faiz istiyordu!
Faize ve hele günlük faize karşı olduğunu bugüne kadar defalarca vurgulayan Tayyip, bu belge ile tam tersini yapıyordu. İnanmayanlar olabilir diye belgesini de yayınlıyorum.

Tayyip’in neler istediğine belgesinden bakalım:
1000 lira vekâlet ücreti. Artı 104,05 lira işlenmiş faiz. Artı, asıl alacak kalemlerine yüzde 9 faiz işletilmesini istiyor.
Dahası var! Parantez içinde belirtilen faiz isteminin devamı şöyle geliyor.
“Fazlaya dair ve faiz oranlarındaki artıştan doğan talep hakkımız saklıdır.”
Ayrıca icra emrinin sonunda bir not daha yer alıyor. Aynen yazıyorum:
“Borcunuzu hemen öderseniz takip toplam 1.104.05 TL. Artı vekâlet ücreti 180 TL. Harç 65.02 TL. Toplam borç 1.360.02 TL. Günlük faiz 0.24 TL ödemeniz gerekmektedir.”
Görüldüğü gibi Tayyip, üç ayrı faiz istiyor;
1- Normal Faiz
2- Faiz oranları artarsa, artışa göre faiz.
3- Günlük faiz.
Acaba vatandaş sormaz mı “Hani sen faize, hele günlük faize karşıydın”
Burada hiç kimse “Evet, faiz istiyor ama rakamlar küçük “ demesin.
Önemli olan rakamlar değil, zihniyettir.
Hemen belirteyim Tayyip’in avukatı isteseydi faiz talep etmediğini bildirir ve alacağını faizsiz tahsil edebilirdi.
Peki, avukatı kim? Faizleri onun adına kim topluyor?
Fatih Şahin… Son seçimde Tayyip onu Ankara’dan milletvekili seçtirdi!
Hayırlı faizler olsun.
Sözcü

ÜZERLERİNDE ŞEHİT KANLARI ...Emin Çölaşan

7Temmuz 2011
TÜRKİYE‘de ve özellikle Türk siyasetinde akıl almaz olaylar yaşıyoruz. Toplum bütün tepkisini yetirmiş, korkmuş, sinmiş… Hemen dibimizde birileri “Kürdistan’ı kuruyoruz, kurduk” diye feryat ederken hiç kimseden ses yok.
Çankaya’da oturan AKP’li otomatik imza makinesine dönüşmüş, önüne gelen her şeyi istisnasız onaylıyor.
AKP’nin Çankaya temsilcisi ve Tayyip’in Çankaya şubesi olarak görev yapıyor.
Uyarıyoruz:
“Ey arkadaşlar, sayın Tayyip ve sayın Abdullah, Türkiye bölünüyor, bu yolda adımlar atılıyor. Kürtçüler bunları artık açıktan söylüyor. Siz neredesiniz? Sizin göreviniz bu olanları seyretmek midir?”
Hiçbirinden ses yok, tepki yok, tık yok!
***
Yüksekova’da iki askerimiz ilçe merkezinde, sokak ortasında şehit edildi. Evlerinden henüz çıkmışlardı. Yerde kanlar içindeki cesetlerinin fotoğraflarını gördünüz.
O iki aslan parçası, sabah erken saatlerde evlerinden sokağa adım attılar ve ateş yediler.
Dikkat ediniz, “Evlerinden çıkmışlardı” diyorum.
Sayıca yetersiz kalan korumalı lojmanlarda değil, kiralık evlerde oturuyorlardı.
Özellikle Doğu ve Güneydoğu’daki il ve ilçelerimizde kamu görevlileri için yeterli lojman yok. Özellikle askerlerimiz ve polislerimiz kiralık ev tutuyor… Ve 24 saatlik yaşantıları, terör örgütü tarafından sürekli izleniyor.
Böylece her biri, aileleriyle birlikte günün 24 saati boyunca teröristlerin boy hedefi oluyor.
Hükümet bu soruna bir türlü el atmıyor, atamıyor…
***
Bu devletin TOKİ isimli bir kuruluşu var mı? Var!
Bu kuruluşun görevi konut yapmak değil mi? Evet!
Şimdi bir bakıyoruz, bu kuruluş paranın ve kazancın göbeğine saplanmış, en kazançlı işleri yapıyor.
Büyük şehirlerde süper lüks konutlar, alışveriş merkezleri, gökdelenler ve çeşitli kamu binaları!
Konutlardan bazıları bir trilyona satılıyor. Alışveriş merkezlerindeki dükkanların fiyatı daha da yüksek.
Peki bu TOKİ‘nin aklına Doğu ve Güneydoğu’da basit, ucuz ama korunaklı lojmanlar yapmak hiç gelmiyor mu?
Oralarda korkunç bir lojman açığı var. Düşünün ki, Yüksekova gibi bir yerde kiralık evde oturan her asker ve polis, saldırganların en başta gelen boy hedefi.
TOKİ özellikle lüks yatırımlarla çok büyük paralar kazanıyor. Ama örneğin Yüksekova’ya lojman yapmıyor. Yapsa bile yetersiz kalıyor ve vatan evlatları sabah kiralık evlerinden çıktıkları anda üzerlerine yağan mermilerle şehit ediliyor.
TOKİ, Tayyip iktidarı ile iç içe, tamamen onun emrinde.
O kadar ki, bu kuruluşun başkanı olan Erdoğan Bayraktar son seçimde Tayyip tarafından aday gösterildi ve Trabzon’dan AKP milletvekili seçildi.
Dün ise TOKİ‘den de sorumlu Çevre ve Şehircilik Bakanı oldu.
Belki bundan sonra bu yazdığım konuda daha dikkatli olur!
Eveti Yüksekova’da, kent merkezinde iki askerimiz şehit eiliyor!..
Çankaya’dan tık yok, Tayyip’ten tık yok!
Onlar bu gibi önemsiz (!) işlerle ilgili değil.
Bu nasıl iştir yaa, varsa bir anlayan bize de anlatsın!..
SÖZCÜ

Yersen Rafta Demokrasi Var… Bekir Coşkun..7 Temmuz 2011


Zaten demokrasiyi öyle herkes için istemiyor…

Kadını Arap tesettürüne sokup ortaçağa kapatması, kendisinin İtalyan kravat takıp açılması ondandır…
(…..)
Demokrasiyi her zaman için de istemiyor…
12 Haziran’da “önce seçmen iradesi” demesi… 13 Haziran’da seçmenin seçtiklerini hapiste tutması bundan…
(…..)
Doğrusunu isterseniz, demokrasiye yer de beğenemedi…
Meclis’in dışındakini demokrasi saymayıp “Demokrasinin yeri Meclis’in içidir…” demesi bu yüzden…
*
Oysa demokrasi; kişiye, zamana, yere göre değil… Her yerde, herkes için, her zaman varsa vardır…
*
İki yerde demokrasi olmaz, hadi:
Dinde…
Kışlada…
Dinde; karar gökten inmiştir bir kere, asla tartışılamaz… Sıkıysa “Şu namaz sayısını bir konuşsak” de…
Keza kışlada…
Komutan “Yat…” dediğinde başınızı kaldırıp deseniz mesela:
“Ben buna katılmıyorum… Şu ‘yat’ meselesini bir tartışalım önce… Bakalım yat mı iyi, yoksa kalk mı iyi?..
*
Bir yerde daha yok diyelim demokrasi:
Kafada…
Onun için parlamentonun dışındakini demokrasi saymıyor, “içeri gelin ki demokrasi olsun” diyor…
Çünkü; arada birkaç parlak laf etmek dışında elinden hiçbir şey gelmeyen… Sadece Meclis fotoğrafını tamamlayan… İşte öylesine göstermelik dekoratif muhalefet istiyor… Farklı demokratik tepkileri, sert yöntemleri, dünyanın her yerinden duyulan tavırları sevmedi…
Demokrasi içeride olsun ki…
Yersen, rafta demokrasi var…
*
O zaman…
Parlamentonun dışındaki demokrasi, parlamentonun içindekinden daha da elzem… Herkes tarafından, her yerde, her an olmalı ve karşılarına çıkmalı demokrasi:
Meydanda, sokakta…
Köşe başında…
Üniversitede, kahvehanede, atölyelerde, tarlada…
Ağızda…
Dilde…
Yürekte…

Caiz şike… Bekir Coşkun 9 Temmuz 2011


Anladığım kadarıyla şikeciler hocaya soruyorlar:

“Hocam şike caiz mi?..”

Hoca:
“Niyete bağlı… Kalbini temiz tutacaksın…”
“İyi niyetle hocam…”
“Kalbin temizse caizdir…”
“Benim içimde hiç kötülük yoktur hocam… Yani böyle bir kötü şey görsem hemen şey yaparım…”
“Allah razı olsun…”
*
Eğer devletin içine tarikat geçip oturmuşsa ve cemaat ülkeyi yönetiyorsa, bu gibi şeyler normaldir.
Şikeci sorar:
“Hocam şimdi ben para alıp gol yersem…”
Hoca:
“Ofsayt çizgisinin dışından mı, içinden mi?.. Bilhassa dışındaysan bir şey olmaz…”
“Ben kaleciyim hocam…”
“O vakit harama el sürmeyeceksin, bırak geçsin…”
“Ya top auta gittiyse?..”
“Kazaya kalır…”
“Bir daha ki sefere mi?..”
“Bilahare atılır… Buyuruyor ki ‘İnna ki bil kavmin şut-el bel kalle’ diyor… Yani parayı alan kaleye şutu çeker…”
*
Eğer ülke ekonomisine “yeşil sermaye”, tasarrufa “faizsiz bankacılık”, markete “helal gıda”, eğitime “türban”, liyakate “badem bıyık” yerleşip oturmuşsa, şikenin caizi, caiz olmayanı normal…
Şikeci:
“Hocam, şimdi baktım ki top geliyor…”
Hoca:
“Kalbin temiz olacak…”
“Şike için dolar almışsam…”
“Sünnet-i ayni…”
“Ya Avro almışsam…”
“Farz-ı kati…”
*
Bunlar normal…
Eğer memleketin yönetiminde kıstas; demokrasi, hak, hukuk gibi evrensel değerler değil de “helallik” olursa…
Şikeci:
“Hocam şimdi ben topa vurdum…”
“Amin…”
“Ama top bizim kaleye girdi…”
“Kısmet-i nefsin…”
“Ya yakalanırsak hocam?..”
“Ben selamet, sen kodestesin…”

Futbol ....Bekir Coşkun..5 Temmuz 2011

Her Türk’ün yaşamının bir döneminde “şair”, bir döneminde de “futbolcu” olması kadardır benim futboldan anlamam…

Ama on bir kişinin içi hava dolu yuvarlağı iki direğin arasından geçirmek için deliler gibi koşuşturması, milyonlarca insanın oturdukları yerde yine deliler gibi bağırması, sevinmesi, çıldırması, yuhalaması, küfretmesi…
Top iki direğin arasından geçtiğinde, ya da geçmediğinde kırıp dökmesi bana çok “spor” gibi gelmez…
Koyun üzerine; küfürü, hakareti, bıçağı, satırı, kurşunu…
Ki her maçtan sonra balkonda biri başından vurulur, nişan alsan vuramazsın…
Ya da koyun üzerine; vergi kaçakçılığını, ihaleyi, kara para aklamayı, şantajı, şikeyi…

*
Belki; oyundur, yarışmadır, eğlencedir…
Belki bahis…
Belki kumar…
Belki sanayidir…
Ama bu haliyle futbol spor değil…
*
Belki de benimki kıskançlıktır…
Söylenecek güzel iki söz öğrenmek için tiyatronun ön sırasına otuz kişi otururken, küfür etmek için milyonların stadyumları doldurmasını kıskandım hadi…
Suyunu, deresini, toprağını savunan çevreciler sokağa çıkıyorlar yirmi kişi…
İşsizler iş istiyorlar, elli kişi…
Liseliler çalınan gelecekleri için toplanıyorlar, kırk kişi…
Türkiye’nin bölünmemesini, parçalanmamasını isteyenler bayraklarını alıp meydana dökülüyorlar, diyelim ki yüz kişi…
Cumhuriyet devrimleri için, çağdaş yaşam için, laik hukuk devleti için yüz elli kişi…
Ama top iki direğin arasından geçti; sokakta on milyon cengâver…
*
Futbol; belki sığınaktır…
Hakemden başlayıp herkese küfrediyorsun, bağırıyorsun, kızıyorsun, yürüyorsun, toplanıyorsun bir şey olmuyor…
Öbürüne ağzını aç, hapistesin…
*
Öyleyse; umursamadığın, görmemezlikten geldiğin, dönüp de arkanı tribüne oturduğun “kirli yapıyı kovalamakta olan şüpheli” sığınağa girdi…
Şimdi?..
Nereye sığınacaksın?…

Yetim… Bekir Coşkun

3 Temmuz 2011
Kimsesiz çocuklar, yetiştirme yurdunun yakınındaki inşaatta, kendileri gibi kimsesiz bir köpek yavrusu buldular, yurdun bahçesine getirdiler. Müdür görmesin diye ağaçların arasındaki duvar kovuğuna sakladılar.
Nöbetleşe gidip sevdiler ve iyi olduğunu görüp birbirlerine fısıldadılar.
Adını da koydular:
“Yetim…”
O akşam yemeğinde bütün çocuklar, hiçbir zaman içmedikleri sütlerini bitirmişlerdi. Nöbetçi öğretmen şaşırırken, sütlerin toplandığı sürahi Yetim’in kulübesine gitmişti bile…
*
Yetim biraz büyüdü…
Yasağı biliyormuş gibi ağaçların arasındaki duvar kavuğundan fazla uzaklaşmıyor, sadece kafasını uzatıp çocukları seyrediyor, onlar yaklaşınca deliler gibi seviniyordu.
O günlerde yemekhane görevlileri çocukların köftelerini de sonuna kadar yiyip bitirdiklerini fark ettiler.
Ertesi gün için de “Çok canımız istiyor” diye yine köfte istiyorlardı…
*
Yetim güzel bir köpek oldu…
İpek gibi sapsarı tüyleri, siyah gözleri, dimdik kulakları vardı…
Gece yatakhanede çocuklar birbirlerine köpek hikâyeleri anlatıyorlar, kompozisyon derslerinde duygulu köpek şiirleri yazıyorlardı…
O derste resim öğretmeni bir şey gördü:
Bütün çocuklar sarı tüylü, siyah gözlü bir köpeğin resmini yapmışlardı…
*
Ama Yetim ve yetimler öğrendiler ki dünya her zaman güzel değil…
Yetim, sen git müdürün arabasına havla… Tüm bunları öğrenen Ankara Barosu avukatlarından Kumru Kılıçoğlu yetişmeden, barınaktan belediye ekipleri geldi o gün… Onu duvar kovuğuna sıkıştırıp yakaladılar. Çocukların ağlayışları arasında Yetim’i alıp kafesli bir kamyonete koydular… Çocuklar gözlerini sildikleri mendilleri, onun gidişini görmemek için yüzlerine kapatırken, Yetim dönüp dönüp baktı onlara…
O gece ne sütler içildi…
Ne köfteleri yedi çocuklar…
Okulun koridorundaki panoda sarı bir köpeğin resimleri bir süre kaldı…
*
Sevgi; bir incir çekirdeği gibi, bazen en sert duvar kovuklarında yeşerir…
Bırakmıyorsunuz büyüsün…
Bekir Coşkun

1 Temmuz 2011 Cuma

SEN MİSİN TÜRK BAYRAĞI ASAN!....Emin Çölaşan-sözcü... 30 Haziran 2011

Bugün bir okuyucu mektubunu daha sizlere iletiyorum. Bu kez Hatay’ın Dörtyol ilçesinden Sema Ciner yazıyor:
“17 mayıs 2011 günü saat 24 dolaylarında Gazi İlköğretim caddesindeki küçük konfeksiyon dükkanıma molotof kokteylli saldırı yapıldı. Saldırıda camlarım kırıldı, mallarım yandı, kalanlar da kullanılmayacak duruma geldi.
Bu olay işyerimde asılı olan Türk bayrağı yüzünden başıma geldi. Aynı gece bir aracı da üzerinde Türk bayrağı olduğu için kundakladılar. İşyerim 40 gündür kapalı.
Olay günü belediye başkanımız ve kaymakam bey geldiler. Belediye başkanımız dekorasyon ve boya işlerini karşılarım dedi, şu anda bir kutu boya veririz diyorlar.
Kaymakam bey beni sağduyuya davet etti. Seçim öncesi ortalık karışabilir, bu işi sakin bir şekilde kapatalım. Pencerelerinize gazete çekin ve kimse bahsetmeyin dedi.
Ben de ortalık karışsın ve huzursuzluk olsun istemem. Dediği gibi yaptık ve olayı duyurmadan kapattık.
Şu an çok mağdurum ve ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Kaymakam bey olay benden çıktı, ben yapacağımı yapıp gereken yerlere bildirdim. Artık cevap bekleyeceksiniz, bu da kaç ay sürer bilemem dedi.
Okuyan üç çocuğum var. Okul masrafları, kira parası, yanan mallarımın ödemeleri, bunları karşılayacak ne param var, ne de gelirim.
Eşim 500 lira ücretle pastanede çalışan bir işçi. Ben durumumun incelenerek yardım yapılmasını bekliyorum. Sizin aracılığınızla sesimi duyurmak istiyorum. Lütfen yardımcı olun.”
Dün Sema hanımı aradım, molotof atanların yakalanıp yakalanmadığını sordum. “Hiçbir makam hiçbir şey söylemiyor. Bize hiçbir bilgi vermiyorlar ve böyle perişan bir durumda bekliyoruz” dedi.
Bir kez daha sordum:
“Vitrinde asılı olan Türk bayrağı mıydı?”
“Evet” dedi, “Saldırı aslında bayrağımıza yapıldı.”
Ben de “Evet, Türkiye işte bu durumlara düşürüldü. Bir daha sakın ola ki Türk bayrağı asmayın, mümkünse PKK bayrağı asın!” demek zorunda kaldım!



İLKKURSUN

BİR UTANMAZLIĞIN PERDE ARKASI...Emin Çölaşan 01 Temmuz 2011

Sevgili okuyucularım, bugün size AKP medyasından iğrenç bir örnek daha vereceğim. Belki haklı olarak diyeceksiniz ki “Biz bunların utanmazlığına, sahtekarlığına, yalancılığına her gün tanık oluyoruz, sen hangi örneği vereceksin!..”

      Şimdi biraz geçmişe dönüyorum. Şeriatçı Vakit gazetesi meşhur türban kararını veren Danıştay 2. Daire başkan ve üyelerinin resimlerini tek tek birinci sayfasında verip onları hedef gösterdi. Bu yayından etkilenen Alpaslan Aslan isimli katil bir süre sonra, mayıs 2006’da Danıştay’ı bastı, türban kararını veren başkan ve üyelerin odasına girip tabancasıyla ateş etmeye başladı. O sırada heyet toplantı halinde.
    Sonuç felaket: Bir üye ölüyor, başkan ve dört üye yaralanıyor.
    Danıştay’da büyük kargaşa yaşanıyor, kıyamet kopuyor. Sonradan vefat eden 2. Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin ağır yaralı olarak ambulansa bindiriliyor. Daire Başkanı, sonraki yıllarda Danıştay Başkanı seçilen Mustafa Birden ağır yaralı. Öteki üyeler çeşitli yerlerinden kurşun yemiş.
    O sırada Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu Başkanı ve aynı zamanda Danıştay Başkanvekili olan, daha sonra Danıştay Başsavcısı seçilen, emekli olduktan sonra Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı olan ve iktidar yandaşlarının geçmişte de, günümüzde de her zaman tepkisini çeken Tansel Çölaşan (benim eşim) bir gece önce hastanede yatmakta olan annesinin yanında kalmış, sabah olayı televizyondan duyup hemen Danıştay’a geliyor.
    O aşamada Danıştay’ın ortalıktaki en yetkili kişisi olarak olayı çevresinden soruşturuyor. Çalışanlar ve koruma polisleri kendisine gördüklerini ve duyduklarını, katilin nasıl yakalandığını anlatıyor. Başkan ve üyeler yok çünkü bir üye ölmüş, ötekiler hastanede. Onlardan bilgi almak söz konusu değil.
    Tansel Çölaşan çevresini saran gazetecilere ve uzatılan mikrofonlara hitaben konuşuyor.
    Katilin “Allah’ın askeriyiz, Osmanlı’nın torunuyuz” diye bağırdığını, tekbir getirdiğini çalışanlardan duyduğu şekilde anlatıyor. Belli ki katil şeriatçı. Zaten Vakit gazetesinin hedef göstermesinden etkilenip baskını türban kararı nedeniyle yaptığını daha sonra itiraf ediyor.
    Çölaşan’ın bu sözleri AKP iktidarının, AKP medyasının ve şeriatçıların hiç hoşuna gitmiyor.
    Nitekim saldırı sonrasında Türkiye neredeyse ayaklanıyor, yürüyüşler düzenleniyor, “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganları atılıyor, hükümet protesto ediliyor.
                                X                                       X                                     X
    Danıştay davası Ankara’da özel yetkili Ağır Ceza Mahkemesinde görüldü ve katile ağır hapis cezası verildi. Aynı dava şimdi Silivri’deki Ergenekon mahkemesinde bir kez daha görülüyor ve Alpaslan Aslan yeniden yargılanıyor.
    İşin ilginç yanı, bu katilin vurduğu insanların ifadesi mahkeme tarafından, aradan beş yıl geçmesine karşın alınmamıştı. İki hafta önce alındı…Ve Ankara’da hakim, Danıştay Başkanlığından henüz emekli olan Mustafa Birden’e sordu:
    -“Bu şahıs heyet odasına girince ve ateş ederken herhangi bir şey söyledi mi? Slogan attı mı?”
    Yanıt olumsuzdu. Adam ateş ederken ya hiçbir şey söylememiş, ya da o anı yaşayan insanlar, o korku ve panik ortamında bunun farkına varmamışlardı. Ama dikkat ediniz, sadece ateş edip insanları devirirken!
    Birden’in bu sözleri medyaya yansıyınca, AKP’ye destek veren dinci, liboş, Kürtçü ve Fethullahçı medyada kıyamet koptu. Gazete, televizyon ve internet sitelerinde günlerce yayın yaptılar, köşe yazarlarına yazılar yazdırdılar:
    “Tansel Çölaşan’ın olay günü yalan söylediği mahkemede belgelendi…Alpaslan Aslan tekbir getirmemiş, Allah’ın askeriyim dememiş, slogan atmamış…Bu yalancı nasıl hukukçuluk yapmıştı!..Şimdi derhal yargılanmalıdır!..Tutuklanmalıdır!..Büyük utanmazlık…Şimdi konuş bakalım Tansel Hanım!..”
    Böyle alaycı, tehdit eden, aşağılayan sözlerle, koro halinde hücuma geçtiler.
                             X                                    X                                         X
    Şimdi olayın gerçek yüzüne bakalım. Tansel Çölaşan geçmişte kendisine aynı doğrultuda sözlerle şeriatçı Vakit gazetesinde saldıran Hüsnü Tuna isimli birini mahkemeye verip tazminat kazanmıştı. Ankara 18. Asliye Hukuk mahkemesi davaya bakarken, Alpaslan Aslan’ın olay sonrasında verdiği ifadelerle birlikte düzenlenen iddianameyi de savcılıktan getirtti. Alpaslan Aslan’ın o sözleri söylediği belgelendi ve Hüsnü Tuna tazminat ödemeye mahkum edildi.
               Şimdi mahkemenin 2006/289 esas, 2006/441 karar sayılı gerekçeli kararını özetleyelim:
    “…Odaya girdiğimde Allahüekber diye tekbir getirdim. Ayrıca polisle boğuştuğum sırada da tekbir getirmiş olabilirim. Osmanlı’nın torunuyum, bundan sonra daha dikkatli karar verilsin diye bağırdım dediği, Allah’ın askerleriyiz diye bağırdığı savcılık ve mahkeme kararlarında yer almıştır…Hüsnü Tuna’nın, kişilik haklarına saldırdığı Çölaşan’a 10 bin lira tazminat ödemesine…”
    Şimdi yine bir tanık ifadesini özetliyorum. Bu ifade, Danıştay’da görevli olan ve katili yakalayan koruma polislerinden birine ait. Başına iş gelmesin diye burada ismini vermiyorum. Cumhuriyet savcısı Şemsettin Özcan tarafından olaydan hemen sonra alınan 19 mayıs 2006 tarihli tanık ifadesinde polis memuru şöyle diyor:
    “..Asansörle giriş katına indiğimde Hassas Bölgelerde görevli bir polis arkadaş biriyle boğuşuyordu. Şahsın elinde silah vardı. Müdahale ettim, elinden silahı alıp kelepçeledik ve Danıştay girişindeki polis odasına götürdük. Şahıs bir süre tamamen sessiz kaldı, daha sonra bağırarak ‘Osmanlı’nın torunlarıyız, Allah’ın askerleriyiz, bundan sonra adam gibi karar alırsınız’ diye bağırdı…Şüpheliyi polis odasına koyduğumuzda 2. Daire üyelerine silahlı saldırı yaptığını bilmiyordum. Daha sonra koridorda bu şekilde bağrışmalar oldu ve öyle öğrendim…”
    Bu kez de sanık Alpaslan’ın savcılık ifadesine bakalım:
    “Polisler beni yakalayıp elime kelepçe vurdular, bir odaya götürdüler. Odaya girdiğimde Allahüekber diye tekbir getirdim. Ayrıca polisle boğuşurken tekbir getirmiş olabilirim. Ayrıca odada ‘Osmanlı’nın torunuyum’ diye bağırdım…”
                            X                                           X                                        X
    İşte size yargı kararları…İşte size olayın içinde yaşayanların savcılık ifadeleri…Ayrıca Alpaslan polise de aynı doğrultuda ifadeler vermiş, bu sözleri söylediğini özellikle vurgulamıştı.
Tansel Çölaşan’a yapılan bu haksız saldırılar karşısında bu belgeleri daha önce açıklayacaktım ama siyaset gündemi yoğundu, bir türlü sıra gelmedi.
Emekliye ayrılan Danıştay Başkanı Mustafa Birden yaklaşık iki hafta önce mahkemede ilk kez ifade veriyor, saldırganın ateş ederken bir şey söylediğini duymadığını belirtiyor…
Ve bizim yalaka medya, sadece onun bu cümlesine dayanarak koro halinde saldırıya geçip Tansel Çölaşan’a saldırıyor!..
Çünkü o hakimlik yaparken de AKP’nin adamı olmamış, iktidarın hoşuna gitmeyen kararlar vermiş, emekli olduktan sonra Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanlığına seçilmiş biri.
Soyadının Çölaşan olması, her türlü saldırı için zaten yetiyor!
Şu medyanın, iktidarın yalaka medyasının rezilliğine, sahtekarlığına ve yalancılığına bakın ki, bilmeden ve karınlarından konuşarak içlerinden bazıları onun yargılanmasını, hatta bazıları da bununla yetinmeyip tutuklanmasını istedi!
İktidarın bazı köşe yazarları da yazılarıyla saldırdı.
Saldırgan Danıştay’ı basıp o insanları vurduktan, birini öldürdükten sonra tekbir getiriyor, Allah’ın askeri, Osmanlı’nın torunu olduğunu bağıra bağıra vurguluyor. Bunlar polis ve savcılık ifadelerinde ve açılan davanın iddianamesinde aynen yer alıyor.
Bugün belgelerden sadece küçük bir bölümü ortaya koydum. Bakalım bundan sonra ne diyecekler!
Herkesin bir şeyi çok iyi bilmesini isterim. Bu konuyu Tansel Çölaşan’ı korumak için değil, sadece AKP medyasının rezilliğini, yalancılığını belgelemek için yazdım.
Peki bu medyanın amacı ne?
Katilin şeriatçı olduğu, saldırının laik devlete karşı yapıldığı gerçeğini inkar edip Alpaslan Aslan’ı kamuoyuna zavallı, kendini bilmez, ruhsal bozukluğu olan bir katil olarak yutturmak!..Ve bir katili hiç utanmadan korumak. Hadise bu kadar basit!
---------- MUHALİF CİZGİLER:
https://www.facebook.com/pages/Karikat%C3%BCrler-Muhalif-CIZGILER/186115531419562


Dik Duracaksın...bekir coskun 29 Haziran 2011 Çarşamba

  
..




BDP Meclis’e gelmedi.

MHP geldi...

CHP hem geldi sayılır, hem gelmedi...

Ortası...

*

CHP; TBMM’ye gelip oturarak demokrasiye bağlılığını... Ama oturup da yemin etmeyerek de seçilme hakkına saygısını kanıtladı...

İkisi de iyi sayılır...

*

CHP’nin yemine katılmayışı, ama CHP’li Oktay Ekşi’nin frak giyip oraya çıkarak yemin edenlere katkısı ise bilmediğimiz bir anlam taşıyor olmalı...

Biz anlamayız...

Ya da neresini anlayacaksınız:

Yıllarca Basın Konseyi Başkanlığı yapmış bir duayenimizin, 50’den fazla gazeteci mahkûm olmadan yıllardır hapiste tutulurken... İçlerinden birisi ise seçildiği halde “kaçar” diye oraya gelip yeminini bile yapamazken... Ve o gazeteci ile diğer seçilmişlerin orada olmayışları süren zulmün ve hukuksuzluğun bir parçasıyken...

*

Sosyal demokratsan...

İlkeli olacaksın...

Sapmaz...

Bükülmez...

Dimdik...

Söylediğin her sözün, dilindeki her lafın, ağzındaki her ilkenin arkasında duracaksın...

Düz olacaksın...

*

Yiğit olacaksın...

Sana mangal gibi yürek gerek...

Hak için, hukuk için...

Mağdur için vuruşacaksın...

Ucunda ölüm olsa bile...

Gözünü kırpmayacaksın...

Unutmayacaksın; korkağın sabahı geç olur...

Korkmayacaksın...

*

Sen söyledin ya:

“Her şeyleri yalan, dolan...

Bir tek sözleri doğru değil...

Bir kandırmaca...

Bir oyun...

Haksız...

Hukuksuz...”

O zaman tüm bunların parçası olmayacaksın...

*

Ama bir diktanın, bir korkunun, bir kinin ve nefretin, sahte demokrasinin sadece dekoru olacaksan...

Ne diyebiliriz ki biz?..

Biz çekeriz...

Sen orada oturacaksın...

Cumhuriyet

Hukukun Bittiği Yerdeyiz....Bekir-Cumhuriyet 30 Haziran 2011

Hukukun Bittiği Yerdeyiz...




Mahkeme “kaçarlar” diyor...

Ben hiç milletvekili olunca bırakıp da kaçanı duymadım...

Ayrıca yargıçlar uçağa binip yurtdışından mahkemeye geleni de “Yurtdışına kaçar” diye tutukladı...

Belki de “kaçma” tanımları farklıdır...

*

Tutukluluk hallerinin sürmesinde ikinci neden ise; ya tutuklular dışarı çıkınca delilleri karartırlarsa...

Nerede bu deliller?..

Deliller yargıcın önündeyse nasıl karartılır?..

Yok eğer deliller yargıcın önünde değilse, neyle tutuluyor bir sürü insan üç yıl hapiste, delil yoksa...

*

Peki; üç yılda toplanamayan deliller...

Ya beş, on, on beş yılda anca toplanacaksa...

Üç yıl az zaman değil...

Üç yılda bulunamayan delilin ne zaman bulunacağını kim bilebilir?..

*

Niçin daha açık açık söylemiyoruz:

Başından beri kuşkulandığımız, karşı çıktığımız, anlatmaya çalıştığımız, yırtındığımız süreç tamamlandı...

Ve Türkiye’de yargı bitti...

Yok artık...

*

Peki yargı bittiyse biz kime gideceğiz hukuku aramak için?..

Mahkemenin kendisi “haksızlığın, hukuksuzluğun kapısı” olmuşsa...

Duvarsa o kutsal kapı...

Hakkı ve hukuku aramak için hangi kapıya gidebiliriz biz?..

Dillerde dolanan o Urfa deyişini yıllar önce ilk kez ben yazmıştım:

“Çaresi ne, çaresi ne

Et kokarsa tuz ekerler

Tuz kokarsa çaresi ne?..”

Vay elim kırılsaydı...

Ya da kalemimi mi kırsaydım...

*

Ve hukukun bittiği yerdeyiz...

Bu bir yazı değil artık...

Çığlık...

Soruyorum kör kuyulara:

Mahkeme kapısı bittiyse...

Kime gideceğiz?...

Kime?..

Bekir-Cumhuriyet

İleri Demokrasinin Gerisi... Bekir Coşkun-01 Temmuz 2011-Cumhuriyet.

 .

01 Temmuz 2011 Cuma,

“Meclis’e gelmezsen gelme” dedi..

Geliyorlar da ne oluyor?..

Sorun çıkartıyorlar...

O konuşuyor, bu konuşuyor...

Gelme...

Şimdi sen geldin, oraya oturdun...

Eeee...

Faydası?..

Gelmezsen gelme...

*

Başbakan “Şimdi ileri demokrasiye geçiyoruz” dediğinde, zaten ben acaba nereye geçtiğimizi düşünmüştüm...

İşte:

“Şimdi hep birlikte bir kucaklaşma şeklinde ileri demokrasi noktasına geçiyoruz” dediği için bağımsız milletvekilleri Meclis grup toplantılarını nerede yapıyorlar?...

Diyarbakır’da...

*

Kaldı CHP...

Onlar da gelmezse daha da iyi...

“Biz devam ederiz” diyor...

Demek ki muhalefeti gereksiz gördü...

*

Oysa ondan istenen tek şey; sadece evrensel hukuk...

Zulümsüz...

Eziyetsiz...

Eşit...

Adil, çağdaş...

Suçsuzların cezalandırılmadığı...

Adam gibi...

Yani dünyanın tüm demokrasilerinde olandan...

*

Ama anlamaz...

Çünkü “ileri demokrasinin” gerisinde olanlar:

İntikam...

Nefret...

Kin...

O, balkonda konuşurken, bunlar balkonun altındaydı...

Beklediler...

“Balkon konuşması” bitti...

Buluştular...

Ve dün siz; kini, intikamı, nefreti dinlediniz...

İleri demokrasinin gerisi geldi yani...

*

İzleyin artık...

Kalan gerisi de gelecektir...

Bekir Coşkun-Cumhuriyet

23 Haziran 2011 Perşembe

Çizmeden Yukarı...Musa Kart


ş


Sandığın İçindeki Mahkeme....Bekir Coşkun yazıları

23 Haziran 2011 Perşembe Bekir Coşkun yazıları

Bekir Coşkun-Cumhuriyet...


Özel mahkeme...

Çadır mahkeme’den sonra bu:

Sandık mahkeme...

*

Bu mahkeme de bir nevi seçim sandığı yerine geçiyor; milletvekili seçilen, seçildikten sonra seçilmemiş olabiliyor...

Sandıktan çıkıyor da mahkemeden çıkamıyor yani...

Seçilemeyen ise bakıyor ki seçilmiş...

YSK Başkanı Ali Em, merdivenlerden inerken kazanıp da seçilemeyenleri, ya da seçilip de kazanamayanları gerektiğinde medyaya açıklıyor...

Eee tereddüdü olan soruyordur YSK Başkanı Ali Em’e:

“Seçildim mi Ali Em’mi?..”

*

İşte; bağımsız Hatip Dicle’nin milletvekilliği... Seçildikten sonra, tam mazbatasını alacakken, baktı ki seçilmiş ama kazanamamış....

YSK kararı öyle...

Yerine; seçimde seçilemeyen AKP’li “Oya Hanım kardeşimiz” Meclis’e girecek...

Böylece BDP’lilerin oyları ile AKP’li seçilmiş olacak...

İyi mi?..

Sandıktaki mahkeme kararı ile...

*

BDP’linin suçu ise:

“Terör örgütünün propagandasını yapmak...”

*

Öyle demeyin...

Demek ki yeni duydu emmi?..

Taksim’de Atatürk’ün boynuna bile PKK bayrağı astılar da...

Ya da:

Terör örgütü Habur sınır kapısından PKK bayrakları ile girerken davul zurna ile karşılayanlar... Terör örgütünün elebaşısı ile ateşkes anlaşması yapanlar; 1 başbakan, 22 bakan, 325 milletvekili ile iktidar seçildiler de...

Bu “terör örgütünün propagandasını yapmaktan” düz milletvekili seçilemiyor...

*

Zaten bu yazı yazılırken de, sandıktan çıkan Mustafa Balbay’ın, Mehmet Haberal’ın, Engin Alan’ın, mahkemeden çıkıp çıkamayacaklarını oturmuş bekliyoruz.

Belki de seçildiler ama kazanamadılar?..

Belki kazandılar ama seçilemiyorlar?..

Ya da belki onlar “milletvekili” olduklarını sanıyorlar, belki mahkeme onları başka bir şey yapacak?..

*

Bu arada:

Meclis aritmetiği de değişiyor...

AKP çıkıyor; 330’a biraz daha yaklaştı?..

Sandığın içindeki mahkeme kararı ile...

Bekir Coşkun-Cumhuriyet

YOKSULA DESTEK REKLAMSIZ OLUR MU..Emin Çölaşan/sözcü...23/06/2011..

Emin Çölaşan/sözcü...23/06/2011..


Sevgili okuyucularım, AKP hükümeti belli konularda son derece uyanık çıktı! Bütün Türkiye ev ev, mahalle mahalle tarandı ve yoksul aileler tek tek bulundu. Bu ailelere özellikle bu partinin belediyeleri ve kaymakamlıklar tarafından ulaşıldı.            Dokuz yıl boyunca bazılarına gıda paketleri ve kömür, bazılarına para verildi. Son seçim öncesinde yardımlar acayip arttı, hız kazandı.
            Devletin Kömür İşletmeleri Kurumu, beleş verdiği onbinlerce ton kömürün parasını hükümetten alamadı ve batma aşamasına geldi.
            Gıda paketlerinin durumu çoğunlukla bir felaketti! Piyasadan toplanan ve çoğu son kullanma tarihi geçmiş tapon gıdalar paketlenip ailelere veriliyordu.
            Nohut, makarna, pirinç, salça, aklınıza ne gelirse dağıtıldı...Ve yardım alanlardan her seferinde küçük (!) bir istekte bulunuldu:
            “Bu iyiliğimizi unutmayın. Biz iktidar olduğumuz sürece bu yardımlar devam edecek. Ancak biz düşersek, bizden sonra gelecek hükümetler size bir kuruş bile vermeyecek!”
            Yoksullara yardım iyi bir şeydir. Ama “Allah rızası için” yapılırsa.
            Yüzyıllar önce Fatih Sultan Mehmet yoksullara yardım verdirirdi. Ama bunun koşulunu kendi vasiyetine de koymuştu. Bugünkü dile çevrilince aynen şöyle:     
“Ayrıca külliyemde inşa eylediğim imarethaneden (fakirler için ücretsiz yemek pişirilip dağıtılan yerden)  şehitlerin karıları ve fukara yemek yiyeler.
Ancak yemek yemeye ve almaya kendileri gelmeyüp, yemekleri güneşin loş bir karanlığında ve hiç kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle…”
İşte, gerçek Müslümanlık bu. Yardım edeceksin ama senin yardımını bir Allah bilecek, bir de yardım ettiğin kişi. Bazen o da bilmeyecek.  
Bu yardımdan yola çıkıp din sömürüsü, din ticareti yapmayacaksın.
Verdiğin yardımı seçimde oy sömürüsü aracı olarak asla kullanmayacaksın. O yardımı sen kendi kesenden değil, devletin ve milletin parasından yapıyorsun.
Fakir fukarayı kuyruklarda yardım paketleri için birbirini ezerken ekranlarda yayınlatıp onları küçük düşürmeyeceksin.
Allah’tan korkacak, kuldan utanacaksın.
Eğer içinde Müslümanlık, Allah korkusu kaldıysa!
                  X                                       X                                     X
            Fatih’ten bu yana 500 yıldan fazla zaman geçti ve günün birinde Türkiye’de bir iktidar piyasaya çıktı. Yardımlar bütün herkesin gözleri önünde, büyük tantanalarla dağıtıldı…
            Üstelik karşılığında oy istendi.
            Son seçimde AKP yeniden iktidar olmayı başardı. Hiç kuşkunuz olmasın, bu olayda dağıtılan bu yardımların çok, ama çok büyük payı var.
            Yoksulluk sömürüsü yapıp iktidar olanlar, ortalıkta fazla görünmeden krallar gibi yaşıyorlar. Para onların, güç, her şey onların. Fakir fukarayı işsiz bırakıp namerde muhtaç eden yine onlar.
Fakat gelin görün ki, yüzde 50 oy alarak yine kazanıyorlar.
            Böyle bir çelişki ancak Türkiye’de, bizim gibi bir ülkede olabilir.
            İnsanlarımız öyle bir duruma düşürülmüş ki, “Ulan sen beni işsiz bıraktın, sen beni taşeron işçi yapıp bütün haklarımı elimden aldın” demek yerine “Allah razı olsun, bana yardım veriyorlar” diyor!
            İşte size Isparta’da MHP’li belediyenin cadde ve sokaklara seçim öncesinde ve sonrasında astırdığı afişlerden birinin fotoğrafı. Bir okuyucum göndermiş. Üzerindeki yazıya bakınız:
            “Yoksulumuza desteği reklam yapmadan verdik.”
            Peki bu nedir?
            İyi ki reklam vermeden yapmışlar!..Eğer bu afiş reklam değilse!..
            Isparta’daki bu afiş, acı bir Türkiye gerçeğinin en somut göstergesidir.

--------------------------------------------------------------------------
**Karikatürler - Muhalif CIZGILER
https://www.facebook.com/pages/Karikat%C3%BCrler-Muhalif-CIZGILER/186115531419562

AFERİN SANA BAY MİLLETVEKİLİ.. Emin Çölaşan Sözcü gazetesi yazarı

23 Haziran 2011 Perşembe,
         
  CHP 34 yıl aradan sonra Bolu’dan bir milletvekili çıkarmayı başarmış. Kutlarım, başarılar dilerim!            Milletvekili seçilen Tanju Özcan, medyaya yansıyan haberlere göre ziyaretlerini yapmaya başlamış. İlk ziyaretini ise AKP Bolu İl Başkanlığına yapmış.
            Bay Özcan’ı burada AKP’liler karşılamış, sarılıp öpüşmüşler. Orada şöyle demiş:
            “Vatandaşlar bize birlikte çalışın mesajı verdi. AKP milletvekilleri ile birlikte elimden geleni yapacağım. Şimdi bir de helalleşmek lazım. Bir milletvekili olarak ilk ziyaretimi size yapıyorum ve bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Hakkınızı helal edin.”
            Sarılıp öpüşmek, helalleşmek çok güzel bir şeydir de, ilk ziyaretin oraya yapılmış olması çok anlamlıdır! CHP’nin listeye koyup aday gösterdiği bazı şahısların AKP ile böylesine içli dışlı olması muhteşem!
            Konya başta olmak üzere bu yakınlaşmayı seçim öncesinde epey yerde gördük. Bazı CHP adayları ve il başkanları, illerine gelen AKP’li bakanların yanında dolanıp onlara övgüler düzmeye utanmıyordu. Onların bazısı seçildi, bazısı ise neyse ki seçilemedi.
            Ben bu CHP milletvekillerinin az da olsa bir bölümünden kuşku duyduğumu itiraf edeyim. Bunların yakın gelecekte AKP ile işbirliğine girmesinden, hatta anayasa değişikliğine olumlu oy vermesinden endişe ediyorum.
            Medyada bundan birkaç gün önce hayali kulis iddiaları yer buldu. Bu iddia çok tartışıldı:
            “Sağ kesimden gelip CHP’den seçilen Mehmet Haberal, Sinan Aygün ve Aytun Çıray partiye uyum sağlayamaz, bir süre sonra CHP’den ayrılırlar…”
            Ötekilerin çoğunu bilmem de, ben bu üç ismi de yakından tanıyorum. Üçü de benim dostlarımdır…
            Ve onlar bırakın partilerine ihanet etmeyi, CHP’nin en sağlam, en güvenilir milletvekilleri olacaklardır.

            Atılan çamur, onlara sataşanların yüzüne bulaşacaktır.        


****Karikatürler - Muhalif CIZGILER***
https://www.facebook.com/pages/Karikat%C3%BCrler-Muhalif-CIZGILER/186115531419562

21 Haziran 2011 Salı

muhalif çizgiler ,,karikatürler






Demokrasinin Sakarlığı...Bekri Çoşkun-Cumhuriyet...

12 Haziran akşamı AKP kazandı...

Ama haftaya TBMM toplandığı gün kaybetmiş olacak...

*

Eksilen 15 milletvekiliyle birlikte:

- Tek başına anayasayı yapma olanağını...

- Referanduma gitme çoğunluğunu...

- Tayyip Erdoğan’ı yukarı taşıma hayalini...

Tümünü kaybetti...

*

Oy dediğiniz, milletvekili sayısı için lazım...

Normal bir demokraside çok oy alanın milletvekili sayısının artması gerekmez mi?..

Burada azaldı...

Ne yapacaksınız, değişik bir şey...

Oylar artarken milletvekili sayısı düşebiliyor...

Güzel yani...

*

Tabii ki iktidar ve yalakaları bunu demokrasiye uygun görmüyorlar...

Nohut verip oy almak uygundu... Milletin bir kişiye oy verip de 550 milletvekilini seçmesi de rahatsız etmedi... Ya da yürütmenin, yasamanın, yargının bir tek kişinin dudakları arasına sıkıştırılması canlarını sıkmadı...

Diyelim ki her ağzını açanın başına bir felaket gelmesini de demokrasiye aykırı bulmadılar...

Ne yapacaksınız?..

Bu kez böyle oldu; oylar arttı, milletvekili sayısı azaldı...

*

Böyle demokraside normaldir aslında...

Ve demokrasimizin bu sakarlığı sürerse, bakarsınız bir genel seçimde Meksikalılara başbakan seçmiş Türkler...

*

İşte:

Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı süresinin ne kadar olduğunu, ne zaman sürenin biteceğini bilen var mı?..

Yok...

Cumhurbaşkanı görev süresini kendisi biliyor mu?..

Bilmiyor...

Niçin?..

Çünkü Tayyip Erdoğan’ın, kafasına göre yapacağı bir anayasa ile yetkilerini de arttırıp Çankaya’ya çıkıp oturma planı vardı ve Cumhurbaşkanı’nın görev süresini kendine göre ayarlayacaktı...

Uygun uzunlukta...

Ya da lastikli yapılırdı, uzat kısalt, uzat kısalt...

Ama oy artarken milletvekili sayısı azalınca plan tutmadı...

Yattı...

*

Sakar demokrasinin marifetidir...

Güzel bir şey...

Bekri Çoşkun-Cumhuriyet

BEN OYUMU CHP’YE VERMİŞTİM DE!...Emin Çölaşan Sözcü gazetesi

Sevgili okuyucularım, seçimden sonra henüz iki gün geçmişti…Ve CHP’de kavga dövüş derhal başladı. Birbirlerine girdiler. Şimdi kurultay istiyorlar.
            15 haziran Çarşamba günkü yazımın başlığı “CHP’nin Hırgürü” idi…Ve seçimden sadece iki gün sonra o yazıyı yazmak zorunda kalmıştım…Çünkü Baykal ve ekibi devreye girmiş, hırgür derhal başlatılmıştı.
            Baykal seçimden hemen sonra konuşmaya başladı:
            “Partimiz başarısız olmuştur.”
            Ben de o yazımda Baykal’a hitaben aynen şöyle demiştim:
            “Beyefendi, partinizin Antalya birinci sıra adayı idiniz. Haftalar boyunca Antalya’da seçim çalışması yaptınız. İyi de, 2009 yerel seçimlerinde Antalya Büyükşehir Belediyesi AKP’den CHP’ye geçmişti. Bu son seçimde ise Antalya’da bile AKP’nin gerisinde kaldınız ve ikinci parti oldunuz. Bu oluşumda acaba sizin herhangi bir kişisel sorumluluğunuz, başarısızlığınız var mıdır, yok mudur? Birileri kalkıp Antalya’daki başarısızlığın ardında sizi gösterse ne dersiniz?”
            Burada bir ekleme daha yapayım. Antalya’nın aday listesini bizzat Baykal düzenlemişti!
                                X                                   X                                   X
            Ben vatandaş olarak oyumu her seçimde CHP’ye vermiş biriyim. Ben oyumu o partinin başında veya aday listelerinde falanca kişi veya filanca kişi var diye asla vermedim. Benim oyum Mustafa Kemal Atatürk’ün partisine idi.
            Bu ülkeyi yoktan var edenlerin, Cumhuriyeti kuranların, devrimleri tek tek yapanların, bu ülkeye demokrasi getirip iktidarı seçimle teslim edenlerin partisine verilmişti.
            Taa o zamanlar ülkemizi karanlıktan kurtardığına inandığım altı ok ilkelerine verdim ben oylarımı.
            Halkçılık, devletçilik, laiklik, milliyetçilik, cumhuriyetçilik, devrimcilik…
            Genel başkanın, parti yönetimlerinin, milletvekillerinin kim oldukları benim açımdan hiç önemli değildi. Hele bu son yıllarda partinin başında Baykal varmış, sonra Kılıçdaroğlu gelmiş, benim için hiçbir zaman fark etmedi.
 O ilkelere yeterince sahip çıkmayan, ama çıkacağını varsaydığım partiye gitti benim oylarım.
            Şimdi anlıyorum ki, benim gibi milyonlarca insanımız da bu seçimde de CHP’ye oy verirken şöyle demişiz!
            “Haydi aslanlarım, sonuç ne olursa olsun, en kısa zamanda birbirinize girin! Kavgaya derhal, hiç gecikmeden başlayın!”
            CHP’nin iktidar olmasını bekleyen hiç kimse zaten yoktu. Belki iyi niyetle hayal kuranlar, “Ah bir mucize gerçekleşse” diye düşünenler vardı ama bu düşünce akla mantığa sığan bir şey değildi.
            CHP yine de yüzde 26 oy aldı.
            Başarı değildir ama hezimet te değildir.
            Acaba işin başında Baykal ve ekibi olsaydı ne yaparlardı? İktidar mı olurlardı, oylarını yüzde 30’a mı çıkarırlardı?
            Varsayalım yüzde 30 olmuştu, değişen ne olurdu? CHP iktidara mı gelirdi?
                                X                                     X                                     X
            CHP’nin karşısında bir iktidar partisi var. Dikkat ediniz, o parti seçim öncesinde bazı bakanlarını liste dışı bıraktı. Pek çok milletvekilini de listeye koymadı. Onlar artık Meclis’te yok.
            Peki bu süreçte bunlardan biri olsun ağzını açıp bir tek kelime söyledi mi? Kendisine oyun oynandığını, haksızlık edildiğini söyleyen, parti yönetimini bu açılardan eleştiren bir tek Allah kulu çıktı mı?
            Belki diyeceksiniz ki “O partide söz söyleme özgürlüğü yok, tek şahıs yönetimi var. Hepsi birbirinin açığını biliyor. Hepsi Tayyip’in ağzına bakıyor. O yüzden konuşamazlar…”
            Doğrudur…Çünkü her birinin kişisel çıkarları bunu gerektirmektedir. Onları milletvekili, bakan yapan tek başına Tayyip’tir. Zamanı gelince her birinin son kullanma tarihini belirleyen de tek başına aynı şahıstır.
            İlkesi şudur:
            “Suyunu sık, zamanı gelince posasını at!..Onları belli yerlere ben getirdim, götürme hakkı da benimdir ve kimse bir şey söyleyemez.”
            Tayyip’in partide yarattığı korku ve sıkıyönetim, demokrasi açısındanen kötü bir örnektir. Şimdi bu şahıs hükümeti ve parti yönetimini belirleyecek.
            Göreceksiniz, yine en ufak bir çatlak ses çıkmayacak.
            Peki CHP’deki “Çok seslilik” ve her kafadan bir ses çıkması daha mı iyidir? Bizde eskilerin bir deyimi vardır:
            İfratla tefrit. (Aşırılık-tersine aşırılık.)
            AKP ile CHP işte budur. İlkinde korku dağları bürümüş, tık yok. İkincisinde ise her kafadan ayrı ses çıkıyor.
                                X                                     X                                   X
            Varsayalım mucize gerçekleşmiş ve CHP iktidar olmuştu…Kılıçdaroğlu bakanları belirleyecekti. İlk kıyamet daha liste hazırlanırken kopardı…
            Sonra muhalefet görevini yine CHP hizipleri üstlenir, kendi bakanlarını yıpratma yarışına aynı kimseler girerdi.
            Neyse ki ortada iktidar miktidar yok!
            Muhalefette kaldılar ama neredeyse kan gövdeyi götürmeye başladı:
            “Derhal kurultaya gidilsin!..”
            “Ne yapılacak kurultayda?..”
            “Yeniden genel başkan seçelim!..”
            “Olmaz, onun zamanı henüz gelmedi. Kurultay için imza toplayalım ama Parti Meclisi için toplayalım, Kılıçdaroğlu’nun oradan vuralım!..”
            Aralarında yapılan bir görüşme, bir çay-kahve içme yok. Her şey medya üzerinde yapılıyor.
            Seçim öncesinde hiçkimse, örneğin Deniz Baykal, kamuoyuna şöyle bir çağrıda bulunmadı:
            “Ey CHP’ye oy verecek seçmenler…Eğer biz iktidar olamazsak, ya da yüzde şu kadar oy alamazsak, parti içi mücadeleyi derhal başlatmaya, kurultay çağrıları yapmaya kararlıyız. Haberiniz ola!..”
            Bunu söylemiş olsalardı onlara saygı duyar ve şimdi yanlarında yer alırdım.
                                X                                     X                                       X
            Yanlış anlamaları önlemek için burada bir konuya bir kez daha açıklık getirmek istiyorum.
            Bunları Kılıçdaroğlu’nu savunmak için yazmıyorum. Onun iyi niyetinden hiç kuşkum yok. Ama yanlışlarını, eksiklerini de görüyor ve yazıyorum. Ağzına Atatürk’ün adını hemen hiç almayan, aynen Tayyip gibi “Türk” sözcüğünü kullanmaktan hoşlanmayan, Hakkari mitinginde birkaç oy uğruna “Güneydoğu’ya özerklikten” dem vuran, Tayyip’in istediği anayasa değişikliği konusunda “Kapımız kendisine her zaman açıktır” diyebilen bir Kılıçdaroğlu’nu savunmam mümkün değil.
            Ancak ona bir “Süre” tanınması gerektiğine inanıyorum.
            Seçim öncesindeki söz ve davranışlarından belki vazgeçebilir diye düşünüyorum.
            Parti içi demokrasi, genel başkanı özgürce eleştirmek iyidir hoştur da, CHP’nin meşhur hizip kavgalarının seçimden hemen sonra hortlatılması yakışıksızdır. Buna Deniz Baykal’ın öncülük etmesi daha da yakışıksızdır.
            Karşılarında, mücadele edilmesi gereken bir iktidar var. Karşılarında ülkemizin yüzlerce önemli sorunu, yolsuzluklar, hatta Türkiye’nin bölünüp parçalanması ve bu amaçla tezgahlanacak olan anayasa değişikliği var.
            Sen bunları bırak bir yana, yine hizip kavgaları başlat!
            Sen yanlış hedef seç, mermilerini iktidara değil kendi partine sıkmaya başla!
            Biz, yani seçmenlerin yüzde 26’sı, herhalde oylarımızı CHP’ye bu amaçla vermişiz!


bidolutv

İMRALI’DAN YÖNETİLEN ÜLKE..Emin Çölaşan Sözcü gazetesi

20 Haziran 2011 Pazartesi, .
Sevgili okuyucularım, Türkiye’de bizim yaşadıklarımızı dünyanın hiçbir ülkesi yaşayamaz. Mümkün değildir. Şimdi çevremize biraz ayrıntılı bakalım.            Dünyanın hemen her ülkesinde terör suçundan yakalanmış kimseler var. Yargılamaları bitmiş olsun veya olmasın, bunlar cezaevlerinde yatıyor. Avukatları onları mahkemede savunuyor, medya kuruluşları onların yargı aşamasını haber yapıyor.
            Dünya çapındaki teröristler arasında kuşkusuz en önemlisi, İmralı’da krallar gibi ağırlanmakta olan Abdullah Öcalan.
            Onun gibisi dünyada yok!
            Kurduğu ve başında olduğu örgüt terör olaylarına 1984 yılında başladı. Apo yakalandığında aradan tam 15 yıl geçmişti. Bu yılların Türkiye açısından bilançosu korkunç.
            Şehit düşen yaklaşık yedi bin asker ve polisimiz, teröristler dahil öldürülen yaklaşık 33 bin insanımız.
            Boşaltılan, yakılıp yıkılan köyler…Kentlere çaresizce göç etmek zorunda kalan yüzbinlerce insan…
            Ve Türkiye’nin terörle mücadele için harcamak zorunda kaldığı yüz milyarlarca dolar para.
            İnsanların refahı için yatırıma gitmesi gerekirken helikopter, silah, mermi alımına harcanan korkunç kaynaklar.
            PKK terörü, Türkiye’nin maddi ve manevi alanda yıkımı oldu.
                            X                                           X                                       X
            Bu işlerin elebaşı olan adam yakalanıp Türkiye’ye getirildiğinde 1999 yılı idi. İmralı’da yargılandı, müebbet hapis cezası aldı. Orada çok sıkı koşullar altında tutuluyordu.
            Ne zaman ki 2002 yılında AKP iktidar oldu, Öcalan rahatladı.
            Tayyip son seçimler öncesinde bir inci daha yumurtladı!
            “Ben o sırada hükümette olsaydım onu idam ederdim” dedi!
            Ağzından çıkan bazı sözleri ya kulağı duymuyor, ya da bunları siyasi amaçla söyleyip milletimizi kandırmaya kalkışıyor. Örneğin bu sözü partisinin Diyarbakır mitinginde söylediğini düşünün! Kıyamet kopar, Tayyip miting alanından son anda kaçırılırdı.
            AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında İmralı’nın koşulları değiştirildi. Abdullah Öcalan, bu iktidar tarafından artık “Pazarlık unsuru” olarak görülmeye başlandı.
            “Biz terörle baş edemiyoruz. O halde bu adamla pazarlık masasına oturup onu ikna edelim. O da örgütü ayarlasın, terörü bitirsin!”
            Onların kafasına göre hadise bu kadar basitti! Ama kaçın kurası Abdullah bunu yemedi. Oraya, İmralı’ya ayağına gönderilen devlet yetkilileriyle pazarlık masasına oturdu ama hep ağırdan aldı.
            Onu daha da mutlu kılmak için yanına “Arkadaşlar” getirildi. Çeşitli cezaevlerinde yatmakta olan terörist arkadaşlarını bizzat Abdullah seçti, isimlerini idareye verdi. Hep birlikte getirildiler, İmralı’da dostluk ve arkadaşlık günleri başladı!
            Okuma salonları kuruldu, masa tenisi oynamalarına izin verildi. Günün belli saatlerinde arkadaşlarıyla oluyor. Açık hava bol gıda!
            İmralı cezaevinde (!) bu güzel günler yaşanırken, PKK ile karargahlarda ve dağ başlarında yıllar boyu bire bir mücadele eden, yanıbaşlarında nice arkadaşları şehit düşen komutanlar ise şu anda Hasdal ve Silivri cezaevlerinde yatıyor.
            Onların Abdullah gibi özel odaları yok. Özellikle Silivri’de arkadaşları ile bir araya gelmeleri, masa tenisi ve tavla oynamaları, okuma odalarında zaman geçirmeleri asla söz konusu değil!
            Türkiye’nin başına bela olmuş bir adam İmralı’da krallar gibi ağırlanıyor. Dahası, onun ayağına devletin yetkilileri gönderilip pazarlık yapılıyor:
            “Aman Abdullah Bey, sayın Abdullah Bey, örgüte söyleyin de terör eylemlerine son versin! Biz de karşılığında şunları yapmaya hazırız…”
            O ve örgütüyle vuruşanlar ise içeride, tutuklu!
                                 X                                        X                                      X
            Bizim Abdullah uyanık. Devlet yetkilileri ile pazarlığını amansızca sürdürüyor. İstekleri bir türlü bitmiyor. Ağırdan alıyor, kendini naza çekiyor.
            Abdullah’ın elinde çok büyük bir koz var. Avukatları ortalama haftada bir kez gelip kendisini İmralı’da ziyaret ediyorlar. Peki bu nasıl oluyor?
            Bu adamın Türkiye’de herhangi bir mahkemede görülmekte olan bir davası mı var?
            Yok!
            Avukatları onunla savunma hazırlamak için mi bir araya geliyor?
            Hayır!
            Peki böyle bir hak Türkiye’de başka davası kalmamış olan onbinlerce hükümlüye de veriliyor mu? Onların avukatları da sık sık gelip müvekkilleriyle cezaevlerinde görüşebiliyor mu? Dahası, onların siyasi ve diğer konularda bir mesajı olduğu takdirde bunu kamuoyuna açıklamaları mümkün mü? Hele onlar bir terör örgütü, mafya vesaire lideri iseler, örgüte yönelik mesajlarını avukatları aracılığı ile duyurmalarına izin verilir mi?
            Kesinlikle hayır!..Ve olması gereken de budur.
            Bizim Abdullah, Türkiye’de cezaevlerinde yatmakta olan 100 bin’den fazla insan içerisinde hiç kuşkusuz “En torpilli” olanı…
AKP hükümeti ona canı gibi bakıyor, kılına zarar gelmemesi için her türlü önlemi alıyor, moral açısından da onu en üst düzeyde tutmak için çaba harcıyor.
            Düşünün ki adamın emrinde nöbetçi uzman doktorlar var!
                                X                                       X                                       X
            Avukatları, önceki gün Abdullah’ı İmralı’da yine ziyaret ettiler. Bu görüşmelerde hukuki sorunlar falan yok, çünkü Abdullah’ın devam eden herhangi bir davası yok. O halde ne var?
            Onun Türk ve dünya kamuoyuna, ama özellikle de Kürtçü kesim ve örgüte ileteceği mesajları var!
            Avukatlar İmralı’dan dönüyor ve Abdullah’ın o gün verdiği mesajlar anında örgütün internet sitelerine yine avukatlar aracılığı ile iletiliyor.
            Burada avukatlar görevi kötüye kullanıyor ve açıkça suç işliyor ama Türk hukuk sistemi, savcılar ve mahkemeler bu olanları görmezden geliyor. Belki bazı davalar açılmıştır da, ben bugüne kadar bu açık suç nedeniyle sonuçlanan bir dava, mahkum olan herhangi bir avukat duymadım.
            Avukatları aracılığı ile yaptığı son açıklamada bakın neler diyor:
            “Hatip Dicle’nin mutlaka bırakılması ve Meclis’e girmesi gerekiyor. Bırakılmaması büyük siyasi riskler taşır. (İsyan çıkar.)
            Meclis derhal toplanmalı ve benim çözüm konusundaki rolümü oynayabilmem için bana bir çağrı yapmalı. Meclis bu çağrıyı yaparsa ben de silahlı güçlerin (PKK’nın) çatışmasız bölgelere çekilmesi konusunda elimden geleni yaparım. Rolümü oynamam için Meclis’in benim önümü açması gerekir. Ben olmadan gerillanın (teröristlerin) bulunduğu mevzilerden kıpırdaması ve belli bir yerde toplanması mümkün değildir. Anayasal çözüme ulaşmak için gerillaya ulaşmalıyım.”
            İmralı’da olanlar, İmralı’da yaşananlar, avukatlar aracılığı ile dünyaya duyurulan bu mesajlar, Türkiye Cumhuriyeti açısından utanç verici hususlardır.
            Bir iktidar, bir hükümet düşünün ki, terör yeniden başlamasın diye örgütün başıyla resmen pazarlık yapmakta, ona yalvarıp yakarmaktadır.
            İşte bu şımarıklık nedeniyle adam iyice küstahlaşmış, Meclis’e çağrı bile yapabilmektedir!
            Biz bir yanda da çelişkiler ülkesiyiz! Milletimizin son seçimde AKP’ye oy veren yarısı, acaba bu gerçekleri bilmiyor muydu? Türkiye’de olanlardan bu kadar mı habersizdi bu yüzde 50’lik kesim?
            Yanıbaşlarında binlerce şehit mezarı var. Evlatlarını, kardeşlerini, eşlerini, yakınlarını toprağa veren bu insanlar acaba bu gerçekleri bilmiyor muydu?
            Ya da diyorlar ki “Bu hükümet kalsın da, isterse Abdullah Öcalan’ı bile serbest bıraksın!”…
            Tercih onların, o “Bilinçli (!)” kesiminmiş.
Bir ülkede yaşayan insanların yarısı bu gerçeklerin farkında değilse, oyunu aldığı yardımların karşılığında kullanıyorsa, vay bizim halimize, vay Türkiye Cumhuriyeti’nin  geleceğine!
  


bidolutv

KANAL ANKARA!..Emin Çölaşan-sözcü

Sevgili okuyucularım, önceki gün Ankara’da şiddetli bir yağış oldu…Ve her zamanki gibi her yer tıkandı, taştı. İ. Melih belediyesi tarafından trilyonlar harcanarak yaptırılan altgeçitlerin görüntülerini dünizlediniz!Kentin göbeğinde bulunan bu altgeçitler tepelerine kadar suyla dolmuş, böylece Ankara’ya deniz gelmiş gibi olmuştu!
Çılgın proje kanal İstanbul, kanal Ankara olarak hizmete girmişti!
Görüntüler inanılır gibi değildi…
Dahası, denizin içinde kalan araçları kurtarmak için balıkadamlar devreye girmişti. Ankara’da doğdum, büyüdüm ve bu kentte yaşıyorum. Ankara’da balıkadamlar olduğunu vallahi billahi bilmezdim.
Bu kenti tam 17 yıldan bu yana İ. Melih yönetiyor. Demek ki altgeçitleri yapmış ama bunların altyapısı sıfır. Mazgalları çalışmıyor, bunlar her yağmurda taşıyor. Önceki gün ise taşmak bir yana, tepeye kadar su doldu!
Karşılaştığımız manzara tam bir rezaletti.
Bir keresinde yine taşkın olmuş ve her olaya bahane bulan İ. Melih konuşmuştu:
“Sabotaj var! Su bassın diye mazgalların altını tahta ve kerestelerle, inşaat artıklarıyla doldurmuşlar!”
Türkiye’nin başkentine göstermelik bir cila sürüldü. Ancak tırnakla bile kazıdığınızda, o cilanın altından neler çıkıyor neler!..

                     ADALET BAKANLIĞI AÇIKLAMASI
Dünkü yazım üzerine Adalet Bakanlığı tarafından gönderilen açıklamayı özetliyorum:
“Habur’dan (2009 yılında) giriş yapan terör örgütü üyeleri için Adalet Bakanlığı tarafından mahkemeye ‘Kısaca sorgulayıp hepsini bırakın’ diye emir verilmemiştir. Yargı bağımsızdır, Adalet Bakanlığı yargıya karışmaz.
Adalet Bakanlığı Müsteşarı İstanbul Four Seasons otelinde kalırken, sadece İstanbul Başsavcıvekili ile teknik konularla ilgili görüşmüştür. Tutuklamaları yapacak hakimle görüşmesi olmamıştır.
Milletvekili seçilen tutukluların tahliye edilip edilmeyeceğine bağımsız mahkemeler karar verecektir. Kararın Adalet Bakanlığı tarafından verileceği yönündeki iddia tamamen dayanaktan yoksun bir varsayımdan ibarettir.”

bidolutv

İzleyiciler